Bu ülkede yaşayan, Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olan bireylerin bulunduğu, ait olduğu toplumsal katmanı, sınıfsal durumu ne olursa olsun çok keskin sınırları vardır. İşte tam da bu nedenledir ki, birbirimiz arasında nitelikli tartışmalara giremiyor, gerektiğinde özeleştiri yapamıyoruz. Hemen her konu anında kişiselleştiriliyor ve nafile laf kalabalığı arasında gerçek doğruyu bulamıyor, bulsak bile yitiriyoruz. Örneğin; İran'da başörtüsü/türban yasağına karşı bugünlerde dozajı azalsa da bir yılı aşkın süredir pasif/aktif eylemler yapılıyor. Türkiye'de ise gayet ironik biçimde türbana/başörtüsüne yasal güvence getirme çalışmaları yapılmaktadır. Ayrıca anımsayacaksınız Cumhurbaşkanı Erdoğan yakın zamanda şu açıklamayı yapmış izleyen süreçte ise tekrarlamıştı; “Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde Alevi Bektaşi Kültür ve Cem Evi Başkanlığı kuruyoruz. Cem evlerinin giderlerinin karşılanması ve imar planlarındaki tüm sorunlar çözülecek.” Yazımın başından beri saydığım bu üç örnek, daha doğrusu bu üç konu birbirinden farklı gibi gözükmesine rağmen aslında aynı temel sebepten kaynaklanıyor: DİN..

‘Nasıl yani?’ Diyenlere aslında ne demek istediğimi neyi anlatmayı amaçladığımı, bazı gözlem ve tespitlerimi ve de bu konulara ilişkin edindiğim güncel bilgileri de paylaşarak, bu sütunlarda yazarak kabaca anlatmaya çalışayım isterseniz; Öteden beriye Türkiye ve İran'ın modernleşme çabaları üzerine kalem oynatanlar, ahkam kesenler mutlaka bunu M. Kemal Atatürk ve devrik Şah Rıza Pehlevi üzerinden yapmaktadır. Bu aslında eksik anlatım ve ifadedir. İki ülkenin ‘devlet-din ilişkisini’ sadece bir döneme yani 1920’li ve 1930’lu yıllara sıkıştırmak hatalı ve yanlış olur. Aslında bu türden hataları dikkat ederseniz, günümüz muhafazakarları ve siyasal İslamcılar daha çok yapmaktadır. Oysaki, benim bildiğim yani tarihsel kaynaklardan öğrendiğim, Osmanlı'dan Türkiye Cumhuriyeti'ne miras kalan aslında şudur: Devlet, dini alanını hükümranlığı döneminde hep kontrol altında tutmuştur. Örneğin, Şeyhülislamlık kurumunun zaman içinde evrimi bile bunu göstermektedir. Bu kurum, önceleri yani Osmanlı’nın Beylik dönemlerinde güçsüz bir yapıdan Osmanlı büyüdükçe ve devletleştikçe ‘Merkezi Devleti Güçlü’ bir yapıya dönüşmüştür. Böylece dinsel alanın özerkliği azalmış, etkisizleşmiştir. Şeyhülislamlık makamı İkinci Mahmut dönemindeki reformlarda olduğu gibi hemen her konuda verdiği fetvalar ile devletin yanında sapasağlam durmuştur. Devletin yani Osmanlı’nın dini alanında kontrolü, denetimi arttıkça ‘Babı-ı Meşihat’ ve ‘Meclis-i Meşayih’ adı verilen kurumları oluşturulmuştur. İşte bu oluşturulan kurumlar aracıyla Osmanlı devleti tekkelere, dergahlara, gerektiğinde en sert biçimde müdahale etti, o tekke ve dergahların yöneticilerini bile belirler hale geldi. Gerçekten de Osmanlı'nın devlet geleneği ‘göreceli biçimde’ Türkiye Cumhuriyeti'ne bir nevi miras kalmıştır. Bu nedenledir ki,  Amerika ya da Fransa'daki gibi ‘Toplumsal Dinsel Alan’ tamamen devlet dışında bağımsız bırakılmadı. Bu anlayış aslında Devletin merkezinde olduğu ‘Toplumsal Dinsel Alan’ anlayışıydı…

Atatürk'ün yaptığı tam da buydu. Yani Atatürk Halifelik ve Şeyhülislamlık makamlarını kaldırarak yerine Diyanet İşleri Başkanlığını kurması bu temel anlayışa dayanmaktadır. Aslına bakarsanız geçmişte İkinci Mahmut veya İkinci Abdülhamit'in de yaptığı buydu. 1923’de Cumhuriyet’in kurulmasıyla ile aslında sadece o sözünü ettiğim kurumlar isim ve şekil değiştirmiş oldu. Diyanet İşleri Başkanlığı kısa zamanda ülkedeki dinsel alanın tamamına yakını üzerinde söz sahibi oluverdi. 1925’de İngiltere ve Fransa destekli Şeyh Sait isyanı birden bire çıkınca devlet kontrol edemediği özellikle güneydoğu, doğu ve iç Anadolu bölgelerinde bulunan tekke ve zaviyeleri hemen kapattı. Diyanet İşleri Başkanlığı dışındaki hiçbir alternatif dinsel örgütlenmeye uzunca bir süre kesinlikle izin verilmedi. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk ve hemen ardından İnönü dönemlerinde dini kurumları kendine eklemlerken, aynı dönemlerde İran’da Safevi döneminden sonra gelen Kaçar dönemlerinden beri dini kurumlara Türkiye’nin aksine genellikle ‘özerklik’ tanımayı tercih etti. Belki o nedenledir ki, Şah Rıza Pehlevi, hukuktan eğitime yaptığı modernleşme hamleleri yaptığı sıralarda aynı zamanda ‘dinsel alanı’ da kontrol altına almak istese de bir türlü başarılı olmadı. İran’da 1979'da ‘İslam Devrimi’ adı verilen oldukça kanlı biçimde gerçekleşen bir tür darbe sonucu kurulan ‘teokratik devlet’ ise din adamlarından aslında İslam geleneğinde hiç bulunmayan bir tür ‘RUHBAN SINIFI’ beraberinde de yine molla ve imamlardan oluşturulan ve Mehdi'nin yerine görev yaptığı söylenen ‘Velayet-i Fakih’ adı verilen bir kurumsal heyet oluşturuldu…

Bu kurumsal heyet sadece ülkedeki siyaseti değil, ülkedeki ‘DİNSEL ALANLAR’ üzerinde de kontrol sağladı. Ülkede Şah döneminde bağımsız olan ‘Cuma İmamları’ gibi gönüllülük esasına göre bağımsız ve bağlantısız görev yapan tüm din adamları devlet kadrosuna alınarak onların üzerinde tam denetim sağlandı.  Böylece, elinde silah olarak duran ‘İslam Devrimi Rehberliği’ nin mutlak otoritesi de dinsel alanın özerkliğine de son vermiş oldu. Tüm bu anlattıklarımı toparlamak gerekirse İran, bugün dinsel alanın devletleştirilmiş olmasının krizini yaşamaktadır. Kaldı ki,  son süreçte İran’da yaşanan kitlesel eylemlerin ve çıkan kanlı olayların tek nedeni sadece bu değildir. Türkiye’de ise mevcut iktidarın yeniden Alevi açılımı başlatmak istemesi, girişimlerde bulunması, türban/başörtüsü serbestisini Anayasa'ya eklemek istemesi gibi girişim ve çabalarda kanımca ülkedeki ‘DİNSEL ALANLAR’ın tamamen devlet kontrolü altına alınmak istenmesinin bir sonucu, yansımasıdır. Şimdi aslında sorulacak soru şu olmalıdır; “Dinsel alanların devletin kontrolü altına girmesi doğru mudur, değil midir?..”

Ancak, saçma sapan, salakça hezeyanlarla keskince kutuplaştırılan bu toplumun bireylerinin safsatalara dayalı olarak sürekli kavga etmekten dolayı bu yazdıklarımı dolayısıyla anlattıklarımı tartışacak ne kültürü ne bilgi birikimi ve donanımı olduğuna birazcık olsa bile kaldığına inanmıyorum, inanamıyorum, maalesef! Çünkü, yazımın başlığında da belirttiğim gibi, ne yazık ki bu güzel ülkemde kimileri ‘cahillikten ve cehaletten’ rant sağlamaya devam etmektedir. Bu kısır döngü devam ettiği sürece de bir halt olacağı yoktur, sizin anlayacağınız!..