ANCAK DOĞRU SORUYA DOĞRU YANIT VERİLİR!.
Memlekette yazacak o kadar çok şey yani konu elbette vardır. Ancak 'önemli olan doğruları, üstelik gerçeğe en yakın hatta gerçeğin ta kendisi olan doğruları yazabilmektir' diye düşünüyorum..
O zaman da memleketin içinde bulunduğu gerçeklere en uygun doğruları yazmak kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bu aşamada öncelikle yapmamız gereken doğru yanıt alabilmek için, varsa gerçeklere ilişkin o soruları, doğru biçimde sormak gerekiyor. Örneğin; Saatin kaç olduğunu bilmek istiyorsanız lafı dönüp dolaştırmadan, hiç çekinmeden ve cesaretle hemen saatin kaç olduğunu sormalısınız. Saatin kaç olduğunu öğrenmek amacıyla “Hiç Erzurum’a gittiniz mi?” sorusunu yönelten bir kimsenin, karşısında yanıt vermesini beklediği kişiden 'Saat ikiyi on geçiyor.' şeklinde bir yanıt alması olanaksızdır. Eğer milyonda bir olasılıkla o soruya yanıt alsa dahi, kendince ‘doğru’ cevabı almış olabilir ama bence o cevabı ‘yanlışlıkla’ almış sayılmalıdır. Bu bağlamda, sözgelimi “Ne olacak bu memleketin hali?” sorusu da söz konusu yanlış hatta alakasız sorulara tipik bir örnek oluşturabilir. Doğru soru, bence “Memleketi ne hale getirmek istiyorsunuz?” gibi bir şey olabilir, belki de olmalıdır. Çünkü aslında kendi başına yani durduk yere memleketin herhangi bir şey olması pek mümkün değildir. Kendi başına doğal olarak mevsimler değişir, yağmur yağar, güneş açar falan filan ama bundan memleket asla değişmez. O hep aynı memlekettir. O bakımdan “Memleketi ne hale getirmek istiyorsunuz?” sorusuna 'esaslı bir yanıt' bulmamızın zamanı gelmiştir, diye düşünmek zorundayız. Ama ‘laf olsun’ diye değil, gayet ciddi ve samimi olarak düşünmek yani kafa yormak zorundayız. Ancak o zaman diyebilirsiniz ki; “Biz bu soruyu zaten en az 200 yıldır birbirimize sormuyor muyuz?” Bence sormuyoruz, aslında sorar gibi yapıyoruz. Öyle yapıldığının en açık ve belirgin kanıtı ise 200 senedir bir türlü doğru yanıtı bulamayışımızdır. Evet, doğru ve sağlıklı biçimde kalkınmak istiyoruz. Zenginleşmek, güçlenmek, yeniden sözü her platformda geçen güçlü bir devlet olmak istiyoruz ama bunlar fazlaca genel kavramlar ve bu kavramların mutlak surette içini doldurmak gerekiyor. O nedenle bu ilke, hedef ve amaçlara erişmek amacıyla hangi yolları izlememiz gerektiğini bilmeden konuyu berrak şekilde algılamadan ve kavramadan yola çıkmak bizi memleket olarak hüsrana sürüklüyor. O kadar ki, kimileri farklı yol ve yöntemlerin peşine düşebiliyor. Örneğin; 'Tekrardan Peygamberimiz Hz. Muhammed zamanındaki dindarlığa dönersek, o zamanın kuralları ve gelenekleri içinde yaşarsak tüm hedef ve amaçlarımıza ulaşabileceğimizi yani her şeyi başarabileceğimizi' söyleyenler günümüzde halen mevcuttur. Bu görüş, gerçi yaygın olarak, halen Müslüman coğrafyada bulunan en zengin ve kudretliymiş gibi görünen ülkeler arasında yani 'Allah vergisi petrol zengini ülkelerden başka, cehalet dolayısıyla yokluk, yoksulluk içinde kıvranan tek bir Müslüman ülkede neden kabul görmüyor?' sorunun yanıtını açıklamaya yetmiyor. Bu gayet düşündürücü bir durumdur ve de aynı zamanda son derece vahimdir! Sizce de öyle değil midir?.
‘Her açıklamanın mutlaka her konuya açıklık getirmesi zorunludur’ diye bir kural da yoktur hani! Bazı açıklamalar, bazı şeyleri izah eder, bazıları ise başka şeyleri izah eder derler ya işte o hesap sizin anlayacağınız. Kısacası bana öyle geliyor ki zengin olmak, kudretli olmak, sözü geçer bir ülke olmak muhakkak ki iyi yani bizim için çok doğru şeyler olmakla beraber ondan daha da önemlisi niçin öyle olmak istediğimizi bilmektir, aslında. Sözgelimi ‘eğer balıklara inci atmak için zengin olmak istiyorsak bu zenginliğin, başta bizzat kendimiz olmak üzere, başka daha kimlere ne hayrı dokunacağı sorusu gündeme gelmelidir.’ Kudretli olmak için de aynı şeyler söylenebilir. Bir bakıma ‘çevremizdeki zayıfları pataklayabilmek amacıyla zengin olmayı istemekle onları pataklanmaktan kurtarmak amacıyla zengin ve güçlü olmayı istemek çok ama çok farklı şeylerdir.’ Örneğin, ben kendime bu soruyu yıllardır sorarım aslında. ‘Zengin olmayı, hak eden herkesi pataklayabilmek için mi isterdim’ diye, ma sizler sakın ola ki, benim lafıma bakmayın olur mu!.
Benim ki olsa olsa, ‘kelin merhemi olsa kendi başına sürermiş!’ misali garip bir kelamdır, aslında avuntudur!.
'Günün birinde nasip, kısmet olur da yani sayısal loto dan veya piyangodan şansım yaver giderde büyük ikramiyeye kavuşup belimi bir doğrultabilirsem, belki gösterebilirim o zaman cümle aleme neler yapabileceğimi!' diyerek bazen kuru biçimde avuturum kendimi o kadar!.
Öte yandan ise bir türlü kurtulamadığım ve de kurtulamayacağım(!) meslek hastalığından kaynaklanan biçimde zihnimi sürekli kemiren şu soruya da yanıt aramaya da devam ediyorum, ömrüm yettiğince elbette edeceğim de; ‘Ne olacak bu memleketin hali?.’
Yorum yapın