Arabesk müziğin uyuşturucu etkisiyle elbette doğal olarak arabesk kültür iklimi altında çocukluk,
ergenlik ve de bir parça gençlik yıllarını geçirmiş olmama rağmen bu kültürden kendimi olabildiğince
uzak tutmaya çalışmış, etkilenmekten uzak durmuş biri olmama rağmen o günlerin geçtiği dönemleri
yani 1970'lerin ikinci yarısıyla 1980'lerin ikinci yarısı arasını kapsayan yaklaşık 14-15 yıllık süreci
kastediyorum, acılarla yoğrulmuş(!) arabesk yılları hiç ama hiç unutamıyorum!..
Şaka bir yana yaşı benim gibi 50’sini devirmiş, 55’ine erişmiş, hatta 55'ni de bitirmesine sayılı günler
kalmış olanlar gayet iyi anımsayacaklardır. 1970’li yılların başından 80’li yılların sonuna kadar çok
güçlü biçimde esen, o dönemde aynı zamanda ‘sosyolojik bir olgu olarak’ da etkisini toplumsal
yaşamda oldukça hissettiren ‘arabesk müzik’ fırtınası vardı. O günlerle bu günleri kıyaslayarak
gözümün önüne getirince bazen kendimi saatlerce düşünmeden alamıyorum. Neden, derseniz;
‘Bugünkü son derece gelişmiş teknolojik dijital ortam ile o arabesk müzik fırtınası bir araya
gelseydi, ortaya nasıl bir müzik kültürü ortaya çıkardı, acaba!.’
Başlangıçta Orhancı ve Ferdici sonrasında Müslümcü, İbocu ya da İbramcı veya Kibariyeci şeklinde
tanımlanan damarlarla hizalanan arabeskçilerden kim bilir neler doğardı?.
O yıllarda kent içinde ve kentlerle kasaba ve köyler arasında seyreden dolmuş minibüslerinin
çoğunluğunun tamponunda şöyle bir el yazısı vardı; “Kaderimse severim” veya “Sev dedi gözlerin” O
zamanlar oğlunun istediği mesleğe bir türlü kavuşamamasına içerleyen kamyoncu baba sanırım
büyük ihtimalle kamyonun kasasına şunu yazdırırdı;  “Bir tek dileğim var, hırsız ol ama yakalanma
yeter!.” Beceriksiz oğul da herhalde çaresizce “Hatasız kul olmaz, Hatamla sev beni!” yanıtını içinde
saklardı veya söylerdi. Elbette bunların hepsi birer hiciv veya latife, yani mizahi düşüncelerle yapılmış
şaka ve espriler!.
Ama gerçekten düşünün bir kere o zamanlar bindiğiniz tıkış tıkış minibüste Orhan Abi’nin müziğiyle
sabah erkenden Terapiye başlıyorsunuz; “Sevdik, sevdik başka sevdik, sevildik, sevilmedik, ama
durmadan sevdik hamdık, piştik, elhamdülillah!.” 
Buna karşılık amansız rakip Ferdiciler de diğer minibüsten hemen yanıtlıyorlardı; “Yüzüme bakacak
yüzün kalmamış, doğru bir kelime sözün kalmamış, aklını fikrini kin bürümüş, sen de mi Leyla, sen
de mi Leyla, güzel gözlerini kin bürümüş, sen de mi Leyla, sen de mi Leyla!.” 
O günleri anımsayanlar gayet iyi bilirler, Ferdi Tayfur’un o şarkısının bu kısmında hemen bir uzun
hava başlıyordu; “Karaya ak denilir mi, amaya bak denilir mi,sen de mi Leyla, sende mi Leyla!.”
Müziğe damgasını vuran iklim böyle olunca da araba arkalarındaki yazılar da farklı olurdu elbette. Alın
size o yılların arabesk ortamından kalma bir buket; “Çalışına kızlar, yoluşuna millet hasta/ Aşıksan
vur saza, şoförsen bas gaza/ Bir sabah uykusuna doyamadım, bir de paraya/ Yolların ustasıyım,
gözlerinin hastasıyım/ Miras değil, alın teri/ Bir Tanrı’yı, bir de beni sakın unutma/ Uykulu gözler,
yolunu gözler/ Geç geldi desinler, paçayı kaptırdı demesinler/ Severek kaçırana hesap sorulmaz/
Severek ayrılalım, problem çıkmasın/ Gülü bir gün, seni her gün seveceğim/ Dünya dikenli bir
hayat, sevende mikabahat, sen ne yaptın Nebahat?.” 
Müslüm Baba  yani Müslüm Gürses “İtirazım var”  diye seslenirdi o yıllarda bazen eski bir teypten 
“Yalan dolu gözlere, durulmamış sözlere, dost olmayan yüzlere, itirazım var!”  diyerek aynen devam
ederdi:  “Ben hep yenilmeye mahkûm muyum, Ben hep ezilmeye mecbur muyum, itirazım var bu
yalan dolana, benim şu dertlere ne borcum var ki, tuttu yakamı bırakmıyor, benim mutlulukla ne
zorum var ki, bana cehennemi aratmıyor!”
O yıllarda yeni yetme olan Esengül ise karşı hattan seslenirdi sevdiğine: “Uzaklarda aramam, çünkü
sen içimdesin, taht kurmuşsun kalbime, en güzel yerindesin! Her an seni canımda ruhumda
buluyorum,  aşkınla sarhoşum ben, çılgınca seviyorum, artık anmak istemem ayrılığın adını, seninle
alabildim mutluluğun tadını..”
Arabesk filmlerde finaller bol acılı ve kötü olurdu o zamanlarda..
Senaryo yazarlarının tembelliği yüzünden roller hep aynıydı, Küçük Emrah’ın annesi genellikle zor
durumda kalır, kötü yola düşerdi; ‘Yuvasız Kuşlar’da Ferdi Baba ise sürekli isyan halindeydi. “Bu

kadeh senin şerefine” diye seslendiği Emmoğlu’na “O türküyü bir daha çal, gene çal” deyince,
Emmoğlu da ‘Çal!’ talimatını belki de yanlış anlayarak türkünün mülkiyetini çalardı. Yakınından yediği
bu darbeyle temelli derbeder olan Ferdi Baba ise asılırdı yanık sesiyle herhalde; “Ben de bu dağların
nesine geldim, meleşir kuzular sesine geldim, bir garip ölmüş de yasına geldim/ Geldim Emmoğlu”
Aslında her sanat eseri ait olduğu devrin özelliklerini yansıtmakla birlikte, kaçınılmaz bir son, yaprak
dökülme mevsimi, kaçınılmaz hazan vardır. Onu da seslendirmek herhalde Orhan Abi’ye düşerdi; “Ne
sevenim var, ne soranım var, öyle yalnızım ki, çilesiz günüm yok, dert ararsan çok! Öyle dertliyim
ki, bana kaderimin bir oyunu mu bu, aldı sevdiğimi verdi zulmü, dünyaya doymadan göçüp
gideceğim, yoksa yaşamanın kanunu mu bu!.”
Gayet keskin çizgileriyle kutuplaşan siyaset ortamıyla toplumunda ve elbette ki bizlerinde o
kutuplaşmadan nasibini fazlasıyla almamızdan dolayı yıllar sonra yeniden arabesk hale geliverdik.
Aslına bakarsanız beş yıl önce 15 Temmuz 2016 kalkışmasını yaşayınca pür mealimiz epeyce
berbatlaştı ve bir türlü düzelemedi. Bugün de yine o gerginlikten beslenen kutuplaşmış siyasal ve de
dolayısıyla toplumsal iklimden nasibimizi almaya devam ediyoruz. İşte tam da bu nedenle
çoğumuzun psikolojisi de iyice dağılmış görünüme bürünmektedir. Böylesi karamsar ve kasvetli bir
ortamda ne olacağını doğrusu kestiremiyorum bile..
O zaman ne diyelim; Batan güneş beni de al, dönmem artık bu yerlere, felek sanki inat etmiş, Bütün
kastı benim gibi sevenlere!.