AKLIN OLMADIĞI ZEKA HİÇ OLUR MU?.

Bilenler bilir, eskiler, “Ağaç olgunlaşmadan meyve vermez!” Derlerdi.. 

O nedenle felsefe üzerine konuşurken, öncelikle ‘nedensellik, incelenmesi gereken önemli bir kavramdır’ diyerek söze başlamak gerektiğine inanıyorum. Çocukluk dönemiyle birlikte ‘algı araçları gelişmeye’ başlar. Gençlik döneminde ise, ‘algı araçlarının kullanımı’ öğrenilir. Olgunluk dönemi de, ‘fikir üretme’ sürecidir. ‘Hamdım, piştim, yandım.’ şeklinde tanımlanan, ‘gelişim süreci’ çocukluk döneminde başlar ve yetişkinlik yani olgunluk dönemine dek sürer, gider. Sonra da, felsefe üretme sürecine sahici biçimde ‘ kaçınılmaz olarak’ girilir. İnsanın düşünsel gelişim sürecini ‘gerçekten ve kaçınılmaz olarak’ yaşayabilmesi için, ‘soyut ve somut ilişkisini çok iyi anlaması ve gerektiğinde anlatabilmesi gerekir.’ O nedenle felsefe aslında ‘somut görünen varlıkları anlamak ve bunun üzerine fikir üretme sanatıdır.’ Bu aşamada soyutu ise, elbette biz üreteceğiz. Böylece, bu ürettiğimiz felsefe de, ‘bizim felsefemiz olacaktır.’ Siz isterseniz, buna ‘inanç’ da diyebiliriz. Bu durumda, evrendeki insan sayısı kadar ‘felsefe ve inanç var olmayacak mıdır?' Sorusu hemen aklınıza gelebilir. O yüzden şurasını dikkatle okuyunuz; “Bazı aklı evveller, kendi kanaatlerini, felsefelerini, inançlarını, kendi sığ kalmış kafalarına göre sınıflayıp sunarken dar akıllarınca da sınırlamışlardır. Onları asla yadırgamıyorum ama beni kimse sınırlayamaz, demeden de, ne felsefe, ne de ona bağlı inanç sistemi olamayacağı gerçeğini kabullenmek gerekiyor. Aksi halde inancı, yani dini veya felsefi görüşleri sınırlanan insanın, düşünsel üretimi de mutlaka ve kaçınılmaz olarak eksik kalacaktır!.” 

Aslında, ‘akıl ile zekayı’ ayırarak işimizi kolaylaştırabiliriz. 

Akıl; ‘Hayır ve şerri, doğru ile yanlışı ayırmaya, sebepten sonuç çıkarmaya yarayan, özel bir zihinsel güçtür.’ Zeka ise; ‘Anlama ve algılama becerisi, yani kabiliyetidir!’ Yaşamın içinde, yaşanan örnekler, adeta bizim dürbünümüz gibidir. Nasıl ki, dürbün, kendi maddi ve somut varlığını göstermeye değil de, uzağı göstermeye yarıyorsa..

Düşünün bir kere; ‘dürbünün maddi, plastik, cam yapısına bakmakla uzağı asla göremeyiz!’

Bizler de, yaşamın içinde, gördüğümüz örneğe değil, gösterdiği gerçeğe, yani somut olana, yaşanmış realiteye bakarız, bakmak zorundayız. O nedenle ‘zeka, daima aklın emrinde olmalıdır!” Üstelik ‘akıl, sorumluluğu üstlenerek, yarar ve zarar devranında, terazi dengesini asla şaşırmamak zorundadır.’ Zekanın ise, ‘kendi başına sorumluluğu yoktur’ diyebiliriz. Hatta ‘zeka, kullanmasını bilene, sadece bir araçtır’da denilebilir. İnanç denince, sadece dini inançlar anlaşılıyor, oysa inanç; İnsanın önce kendine inanmasıdır! Kendi kanaatine inanmayan insanın dini inancı da olmaz. Olursa da, sağlıklı ve mantıklı olmaz, taklit olur, yapmacık olur, rol yapıyormuş gibi, samimiyetten uzak olur!.’ 

İnanç ve iman; ‘Bireyin kendi çabası ile yeteneklerini, yani akıl, zeka ve benzeri melekelerini kullanması sonucunda, vicdanın süzgecinden geçirerek, son aşamada vardığı kişisel kanaatidir. İnsan, tüm varlıkları sorgular, inceler, neden, niçin, nasıl gibi sorulara mantıklı ve öznel yanıtlar arar. Nakil yoluyla gelen yani onu etkileyen tüm bilgi birikimleri, nakil, diye adlandırılan aktarım sisteminin içindedir. Anne ve babadan, aileden, öğretmenlerden, okunan kutsal kitap dahil tüm kitaplardan, diğer basılı ve görsel kaynaklardan, bilginlerden, bilhassa günümüzde sosyal medya aracılığıyla öğrenilen tüm bilgileri, akıl süzgecinden geçirdikten sonra, son tahlilde varılan kanaatin ismi, bana göre, İnanç ile gelen imandır!’ Bu durum her bir insan için farklı olabilir. Çünkü ‘her insan, ayrı bir alemin unsurudur. Yaşamın içinde, inanç ve iman olmadan aksiyon da olmaz!’ İman ile oluşan bu kanaatin, günlük yaşama geçirilmesini din veya felsefi görüş, ideoloji olarak görebilir ve tanımlayabiliriz. Yani kişi, kendi kanaatine uyan ilkeler kapsamında yaşamayı isteyebilir. Bu aşamada gelinen son nokta ise, yaşanabilecek sıkıntıların kaynağı müdahalelerdir! ‘Müdahale’ deyince, başkalarına kendi fikrini türlü baskılar yoluyla ‘zorla dayatma’ olarak algılanır. Aslında yüzyıllardır yapılagelen yanlış budur. ‘Dayatma’ bazen din adına, bazen ideoloji ve töreler, devlet, millet adına, hatta bilim adına yapılmıştır ve ne yazık ki, halen de yapılagelmektedir. ’Sınırlama isteği’ bireyin kendisini sınırlamasının bir sonucudur. Kendini dar algılarıyla, vardığı kanaate sıkıştıran birey toplumun da, bu kalıplarda olmasını ister ve bekler. Gücü yettiğince, sonucun kendi isteği ölçüsünde gerçekleşmesi için çalışır ve çabalar. Toplumda, inandığı ve hatta iman ettiği fikirlerini, bazen güzellikle, bazen de güç kullanarak kabul ettirir. Bunun adı da, çoğu kez ‘ideolojidir!’ Aslında, ‘inanç bir algıdır ve tamamen özgün olmalıdır. Asla başkasına dayatılmamalı, insanlar algılarında tümüyle özgür bırakılmalıdır!’ Bugün tüm bunları ‘laf olsun’ diye yazmadım. Umarım yazdıklarım birilerinin saksıyı çalıştırmalarına vesile oluşturur ve ‘kulaklarına küpe olur!.’