Bugünkü yazımı Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından 1930 yılında bir törende yaptığı konuşmada ifade ettiği şu sözlerle başlamak istiyorum; “Türk devleti laiktir. Devlet idaresinde bütün kanunlar, nizamlar ilmin, çağdaş medeniyete temin ettiği esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve uygulanır. Cumhuriyet, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı, milletin çağdaş ilerlemesinde başlıca başarı etkeni görür.”
Henüz 10 gün önce Cumhuriyetimizin 100. yaşını gururla ve coşkuyla kutladığımız bugünlerde geriye dönüp baktığımızda, İngilizlerin, “İki yıl bile yaşamaz!” dedikleri Türkiye Cumhuriyeti, içeriden ve dışarıdan tüm saldırılara rağmen, tam 100 yıldır yaşıyor. Evet, görünürde Cumhuriyetimiz 100 yıldır yaşıyor ancak, özellikle 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra toplumsal ve siyasal muhalefetin büyük ölçüde susturulmasıyla önü açılan ‘DİNCİLİK; DİN TÜCCARLIĞI’ yani siyasal İslamcılığın sayesinde ve pençesinde adeta tutsak alınan Cumhuriyetimiz bugün sizce de ‘ÖZÜNÜ’ kaybetmekle karşı karşıya değil midir? Sorarım sizlere…
Umarım bana katılıyorsunuz, benim gibi düşünüyorsunuz, bence Cumhuriyetimizin özü ve temeli, devlet ve toplum yaşamının akla ve bilime dayanmasını sağlayan ‘laiklik’ ilkesidir. En yaygın ve bilinen tanımı ile “din ve devlet işlerinin ayrılması” diye bilinen laiklik, aslında toplum ve devlet yaşamının herhangi bir dine değil, akla ve bilime dayanmasıdır. Hunharca katledilen Merhum Ahmet Taner Kışlalı’nın deyişiyle, “Toplumun, din adına ve binlerce yıl önce konmuş, o günün sorunlarına çözüm getiren kurallara göre yönetilme zorunluluğunun kaldırılmasıdır. Aklın, iman karşısında özgürleştirilmesidir.” Laiklik, teolojik olarak dinin değil, devlet ve toplum üstündeki “dinsel vesayetin” ortadan kaldırılmasıdır. Laiklik, farklı inanç ve düşünceye sahip insanların, bir arada ve barış içinde yaşayabilmelerinin de güvencesidir. Atatürk’ün yüzyıl önce kurduğu ‘Türkiye Cumhuriyeti’ üç temel ayak üstünde yükselmiştir; ‘tam bağımsızlık, ulusal egemenlik, çağdaş uygarlık.’ Bu ayaklardan birinin zarar görmesi ve aksaması Türkiye Cumhuriyeti’nin sarsılmasına, dengesini yitirmesine neden olacağı kuşkusuzdur. ‘TAM BAĞIMSIZLIĞIN, ULUSAL EGEMENLİĞİN, ÇAĞDAŞ UYGARLIK HEDEFİNİN’ en büyük güvencesi ise LAİKLİK’ ilkesidir. Çünkü ancak akla, bilime uygun çağdaş bir anlayışla yönetilen devletler uzun vadede tam bağımsızlığını koruyabilirler. Ancak egemenliğin kaynağını dünyevileştirip uluslaşan toplumlarda ulusal egemenlik söz konusu olabilir. Ancak aklı özgürleştirmeyi başaran ve ünlü düşünür Kant’ın ifadesiyle “kendi aklını kullanma cesaretini gösteren, gösterebilen toplumlar’ çağdaş ve uygar olabilir. İşte bu yüzdendir ki Atatürk, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetimizi ilan ederken; Türkiye, modernleşme hamlelerini başlatmasına rağmen hala bir ‘Din/Tarım’ toplumuydu. Şeriat hukukuyla, mecellesiyle, halifesiyle, tekke ve zaviyeleriyle, medreseleriyle sistem dinsel temelliydi. Kadının en temel haklarından yoksun olduğu, okuma yazma oranın yüzde 10’u bile bulmadığı, sanayileşmenin gerçekleşmediği ve dinsel vesayetin sürdüğü bir ortamda Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni akılla, bilimle şekillendirmek istiyor ve bu yüzden her fırsatta akla ve bilime vurgu yapıyordu. Örneğin, 1924’te “Dünyada her şey için; maddiyat için, maneviyat için, hayat için başarı için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlmin ve fennin dışında mürşit aramak gaflettir, cehalettir, sapkınlıktır” demişti. 1933’te ise Cumhuriyetimizin 10. yıl konuşmasında da halka hitaben yaptığı konuşmasında, “Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir” diye seslenmiştir. Atatürk’e göre; Toplumu akıl ve bilimle şekillendirebilmek, devleti çağdaşlaştırabilmek için Cumhuriyeti mutlaka laikleştirmek gerekiyordu. Çünkü akıl, mantık ve çağın gerekleri laik Cumhuriyeti zorunlu kılıyordu. O yüzden Atatürk’ün ilke ve devrimleri devleti ve toplumu laikleştirmeyi amaçlıyordu. Bu konuda Ahmet Taner Kışlalı’nın bir makalesinde yaptığı şu değerlendirmesi bence çok önemlidir: “Laiklik, devletçilik dışındaki diğer ilkelerin hepsinin de önkoşulları içinde yer alır. Laiklik demokrasinin de önkoşuludur. Çünkü laiklik olmadan gerçek bir düşünce özgürlüğü de olamaz, gerçek bir özgür seçim de. Laiklik milliyetçiliğin de önkoşuludur. Çünkü laiklik olmayan yerde önem taşıyan asıl ana unsur ulus değil, inananların oluşturduğu ümmettir. Laiklik, devrimciliğin de önkoşuludur. Çünkü laikliği kabul etmemiş bir toplumda, bilimin ve çağın gereklerinin gerisinde kalmış kurumları değiştirmenin tartışması bile genellikle yapılamaz. Laiklik halkçılığın da önkoşuludur. Çünkü bir din devletinde halkın istekleri değil, dinsel seçkinlerin düşünceleri önemlidir.” Bence Kışlalı bu düşüncelerinde çok haklıdır. Ancak bence devletçiliğin de önkoşulu laikliktir. Çünkü devletçilik, bir ekonomik modeldir ve ekonomik modelin ‘NASLARA GÖRE’ göre değil, piyasa koşullarına, ülkenin ve dünyanın durumuna göre belirlenmesi akılcı, bilimsel, dolayısıyla tamamen ‘LAİK’ bir yaklaşımdır. Atatürk tarafından gerçekleştirilmeye başlanan devrimlere geldiğimizde ise; 1920’de üzerine ‘Padişah/Halife’ gölgesi düşmeyen TBMM’nin açılması, 1921’de “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyen Anayasa’nın kabulü, 1922’de saltanatın kaldırılması, 1923’te Cumhuriyetin ilanı ve 1924’te halifeliğin kaldırılması ile dinsel kaynaklı ‘Saray/ Sultan/Halife’ egemenliğinin yerini laik temelli ‘ULUS EGEMENLİĞİ’ aldı. Böylece sarayın kulları Cumhuriyet’in eşit yurttaşlarına dönüştü. Dinsel-mezhepsel bağa dayanan ümmet bilincinin yerini aidiyet duygusu, birlikte yaşama arzusu, ortak tarih, ortak dil gibi değerlere dayanan ulus bilinci aldı. Ulusçuluk; din, mezhep, etnik köken ayrımı gözetmeden tüm yurttaşların hukuki eşitliğini esas alır. Nitekim 1924 Anayasası 88. Maddesinde Türk ulusu ‘din ve ırk farkı olmaksızın yurttaşlık bağı’ olarak tanımlanır. Bu hukuksal eşitlik, toplumsal ayrıcalıkları ve ayrışmaları önleyerek ulusal bütünlüğü sağlar. Bu nedenle ulus devletin çimentosu laikliktir. 1924’te dinsel mahkemelerin kaldırılması, Din İşleri Bakanlığı’na son verilmesi, 1925’te Ankara Hukuk Mektebi’nin açılması, 1926’da Türk Ceza Kanunu’nun kabulü, vergi ve toprak reformlarının yapılması. 1926’da Türk Medeni Kanunu’nun kabulü ve kadınlara en temel sosyal haklarının verilmesi ile çağdaş ve evrensel hukuk benimsendi. Böylece hukuk sistemi laikleştirildi. 1924’te Tevhidi-i Tedrisat Kanunu’nun kabul edilmesi, medreselerin kapatılması, okulların Eğitim Bakanlığı’na bağlanması ve karma eğitime geçilmesi, 1928’de yeni Türk harflerinin kabul edilmesi, 1929’da halka yeni harfleri öğretmek için ‘Millet Mektepleri’ açılması, Arapça, Farsça derslerine son verilmesi, 1933’te üniversite reformunun yapılması, 1940’ta Köy Enstitüleri’nin kurulması ile akılcı, bilimsel, ulusal ve çağdaş eğitime geçildi. Böylece eğitim sistemi laikleştirildi. 1925’te tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması, şapka yani kılık kıyafet devriminin yapılması. 1926’da ve 1931’de yeni takvim, saat ve ölçü birimlerinin kabul edilmesi, 1930 ve 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması, 1931’de Türk Tarih Kurumu, 1932’de Türk Dil Kurumu’nun kurulması, yine 1932’de din dilinin Türkçeleştirilmesi, 1934’te Soyadı Kanunu’nun kabul edilmesi, 1935’te hafta tatilinin pazara alınması ile toplumsal, siyasal ve kültürel hayat, çağdaş ve ulusal değerlerle biçimlendirilmeye başlandı. 1928’de ‘Devletin dini İslam’dır’ maddesi Anayasa’dan çıkarıldı. Dinsel yemin yerine laik yemin kabul edildi. ‘Meclis dinsel hükümleri yerine getirir’ maddesi Anayasa’dan çıkarıldı. 1931’de CHP’nin altı ilkesinden biri olarak kabul edilen ‘Laiklik’ ilkesinin 1937’de diğer beş ilkeyle birlikte ‘Anayasa’ya girmesiyle ‘Türkiye Cumhuriyeti’ resmen laik bir nitelik kazandı. Çağdaş Türk demokrasisi bu laik siyasal dönüşümün ‘Laik Cumhuriyet’in eseridir. 1923-1946 arasındaki ‘TEK PARTİLİ DÖNEM’ Cumhuriyet’in Türkiye’de demokrasiyi engellediği iddia edilir. Oysa birincisi, tek parti bir amaç değil, Türkiye Cumhuriyeti’ni laikleştirecek devrimleri yapabilmek için bir araçtı. Çünkü Türkiye’de gerçek demokrasiyi kurmak için önce siyaset, eğitim, sağlık, ekonomi ve kültür devrimine ihtiyaç vardı. İkincisi, laik karakteriyle tek partili cumhuriyet, demokrasinin önündeki en büyük engele yani ‘dinsel temele dayalı devlet düzenine son verip’ toplumu çağdaşlaştıracak devrimleri yaparak, kadınlara siyasal haklar vererek ve parti içi tartışmalarıyla Türkiye’de demokratik dönüşüme zemin hazırladı. Yine merhum Ahmet Taner Kışlalı’nın deyişiyle “Laikliği kabul etmeyen, dine dayalı bir devlet düzeninde, gerçek anlamda düşünce ve inanç özgürlüğü olamaz, demokrasi olamaz. Demokrasilerde sorunların çözümü, farklı düşüncelerin karşı karşıya gelmesiyle, tartışa tartışa oluşturulur. Oysa dine dayalı bir devlette, ‘TEK DOĞRU’ vardır. Hatta o ‘TEK DOĞRU’ ilkesinin yani ‘İLAHİ DOĞRU’ ilkesinin sadece ‘TEK YORUMU’ geçerlidir. Batılı ülkeler, ancak din temeline dayalı devlet anlayışından uzaklaştıktan, laikliği kabul ettikten sonra demokratikleşebilmişlerdir. İnsan haklarına dayalı yönetim biçimleri oluşturabilmişlerdir. Bugün, temelde insan haklarını kabul etmiş, demokrasi ile yönetilen tek Müslüman ülkenin Türkiye oluşu bir rastlantı değildir. Çünkü Türkiye, İslam dünyası içinde, açıktan ve kurumsal olarak ‘laik devlet’ anlayışını benimsemiş tek ülkedir.”
Ahmet Taner Kışlalı hocamız ‘Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi’ adını verdiği yapıtından bu konuyu uzun uzadıya anlatmıştır. Atatürk, demokrasinin önkoşulunun laiklik olduğunu iyi biliyordu. Bu nedenlerdir ki, 1930’da çok partili sisteme geçiş denemesi yapıp CHP’nin karşısında Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kurdururken, bu partinin Genel Başkanı Fethi Okyar Bey’e “Memnuniyetle görüyorum ki, laik Cumhuriyet esasında beraberiz. Benim siyasi hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur.” demiştir. Tarih boyunca yaşanan ‘DİN SAVAŞLARI’ göz önüne alındığında, Atatürk’ün, Cumhuriyet’in temeline yerleştirdiği ‘YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ’ felsefesinin de laik bir öz taşıdığı kolayca anlaşılacaktır. Kısacası bizim Cumhuriyetimiz, laik karakteriyle, Türkiye’de sadece bir rejim değişikliğine değil, aynı zamanda çok köklü bir düşünce, anlayış ve hayat değişikliğine yol açmıştır. Sonuç olarak; Türkiye’de tam bağımsızlığın, ulusal egemenliğin, çağdaş hukukun, yurttaşlığın, ulus bilincinin, özgür aklın, birey olmanın, fırsat eşitliğinin, adaletin, liyakatin, kadın haklarının, kültür-sanatın, akılcı ve bilimsel eğitimin, ekonomik kalkınmanın, demokrasinin, uygar yaşamın ve barışın güvencesi laik Cumhuriyettir. Türkiye’de laik Cumhuriyeti savunmak bütün bu değerleri savunmaktır. Laik ve demokratik Cumhuriyetimizin yüzüncü yıla eriştiği, Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ün hayata veda edişinin önümüzdeki cuma günü yani 10 Kasım’da 85. yıldönümünde anılacağı bugünlerde farklı kaynaklardan derlediğim bu tarihsel gerçekleri sizlerle paylaşmayı onurlu bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak kutsal ve kaçınılmaz görev kabul ediyorum!..
Yorum yapın