Yurtdışında yaşayan Türklerin hikâyeleri çoğu zaman bir bavula sığmayan hayallerle başlar. “Bir süreliğine gidiyorum” cümlesi, pek çok insan için yıllara yayılan bir hayata dönüşür. Bavula birkaç eşya konur ama asıl taşınan umut, cesaret ve memleket hasretidir. İnsan, gittiği yerde sadece yeni bir ülkeyle değil, kendisiyle de tanışır.
Avrupa’nın bir kasabasında açılan küçük bir dönerci, zamanla mahallenin buluşma noktasına dönüşür. Almanya’ya çalışmaya giden bir işçi, yıllar sonra torununa Türkçeyi öğretirken hâlâ aynı cümleyi kurar ama artık o hikâye sadece çalışmakla sınırlı değildir; üretmek, tutunmak ve kök salmak da vardır. Türk mutfağı, yabancı bir ülkede ortak dile dönüşür.
Uzak coğrafyalarda hikâyeler daha da renklenir. Afrika’da bir şantiyede çalışan Türk ustanın adını herkes doğru söyleyemez ama sözünü bilir. Güney Amerika’da yaşayan bir Türk, dostluğunu futbol sohbetiyle başlatır, çayla derinleştirir. Japonya’da bir mühendis, disipline hayran kalır ama evde sofraya ekmeği hâlâ memleketten öğrenildiği gibi koyar.
Bu insanların hayatı iki dünya arasında akar. Ne tamamen gittikleri yere aittirler ne de bıraktıkları yerden kopabilirler. Bayram sabahları telefonla sarılırlar sevdiklerine, çocuklarına hem yeni ülkenin dilini hem de memleket duygusunu öğretirler. Yabancı bir sokakta duyulan Türkçe bir selam, kısa bir anlığına insanı evine götürür.
HOLLANDA DA YAŞAYAN
BİR TÜRKÜN HİKÂYESİ
Yurtdışında yaşayan Türklerin hikâyelerinde büyük laflar yoktur belki ama güçlü bir pırıltı vardır. Sessiz bir direnç, sabır ve uyum… Gittikleri her yere küçük bir Türkiye bırakırlar. Uzakta yaşasalar da hikâyeleri tanıdıktır; çünkü insan nereye giderse gitsin, kendini de yanında taşır.
Hollanda’daki ilk iş günümde en çok dikkatimi çeken şey sessizlikti. Kimse yüksek sesle konuşmuyor, kimse acele etmiyordu ama herkes tam saatinde masasındaydı. Türkiye’den alışık olduğum “bir çay içelim, sonra başlarız” hali burada yoktu. Saat dokuzda iş başlıyorsa, dokuzda iş başlıyordu. Ne bir dakika önce, ne bir dakika sonra.
İlk haftalar zor geçti. Toplantılarda herkes fikrini açıkça söylüyor, yöneticilerle çalışanlar arasında görünmez bir mesafe olmuyordu. Bir gün müdürüm, yaptığım bir sunum için “Bu kısmı zayıf buldum” dedi. İçimden “Beni beğenmedi galiba” diye geçirdim. Meğer mesele bu değilmiş. Ertesi gün aynı müdür, kahve alırken gülümseyip hava durumundan konuştu. O an anladım; burada eleştiri kişisel değil, işin bir parçasıydı.
En ilginç anılarımdan biri öğle yemeklerinde yaşandı. Herkes masasından çıkardığı sandviçi yiyor, kısa bir mola verip tekrar işine dönüyordu. Bir gün evden sarma götürdüm. Kokusu yayılınca ofiste küçük bir merak dalgası oluştu. “Bu nedir?” diye sordular. Ertesi hafta birkaç kişi kendi yaptığı yemekleri getirdi. Ofis, küçük bir dünya mutfağına dönüştü. Ben sarmayla tanındım, onlar da beni o gün biraz daha sahiplendi.
Hollanda’da çalışmak bana planlı olmayı öğretti. Her şey takvimdeydi, sürpriz pek sevilmezdi. Ama iş çıkışı bisikletle eve dönen insanları izlerken, bu düzenin insanı yormadığını fark ederdim. Kimse işini eve taşımıyordu. Saat dolunca hayat başlıyordu.
Yıllar geçtikçe iki kültürü de içimde taşımayı öğrendim. İşte Hollandalı kadar net ve disiplinli, dostlukta ise Türk kadar sıcak olmaya çalıştım. Bugün geriye dönüp baktığımda, Hollanda’daki çalışma anılarım bana sadece meslek değil, denge öğretti. Ve şunu fark ettim: İnsan başka bir ülkede çalışırken sadece iş yapmaz, kendini de yeniden şekillendirir.
-*-*-*
BEKÇİ GELİYOR, UYU!
Bir zamanlar çocukları uyutmanın kendine has yöntemleri vardı. Bugünden bakınca sert hatta yanlış sayılabilecek ama dönemin ruhunu anlatan yöntemler… “Bekçi geliyor, uyu” denirdi. Korkuyla gözlerini kapatan çocuk, belki de ilk kez otoriteyle tanışırdı. Bir başka yöntem ise daha masumdu. “Uyu yoksa akşam baban seni sinemaya götürmez.” Sinema önemliydi. Sinema bir ödüldü, bir hayaldi, haftanın belki de tek mutluluğuydu. Çocuk, o hayali kaybetmemek için uyumayı kabul ederdi. Bugün ise tablo bambaşka. Bebek arabasında oturan çocuğun elinde cep telefonu var. Annesi çizgi film açmış, çocuk ekrana kilitlenmiş. Ekran kapanırsa kıyamet kopuyor. Ağlama, bağırma, kendini yerlere atma… Çünkü artık çocuk susturulmuş değil, meşgul edilmiş durumda. Aradaki fark çok büyük.
Eskiden çocuk uyutulurdu, şimdi çocuk oyalansın diye dijital ekrana teslim ediliyor. Üstelik bu bir istisna değil, neredeyse normal kabul edilen bir durum haline geldi. Parkta, kafede, misafirlikte, hatta yemek masasında bile tablet ya da telefon çocuğun önünde duruyor. Anne baba için bu kolay yol. Çocuk sessiz, sorun yok, herkes rahat.
Bu kolaylık kime ne kazandırıyor?
Çocuk gelişimi sadece çocuğun karnını doyurmakla, üstünü başını giydirmekle olmuyor. Çocuk sıkılmayı öğrenmeli. Beklemeyi öğrenmeli. Hayal kurmalı. Anneyle göz göze gelmeli, babayla konuşmalı. Düşünsün, soru sorsun, etrafı izlesin. Sürekli ekrana bakan bir çocuk bunları nasıl öğrenecek?
Ekran, çocuğun dünyasını daraltıyor. Gerçek hayatla bağını zayıflatıyor. Sabırsız, çabuk sıkılan, istediği hemen olsun isteyen bireyler yetişiyor. En küçük engelde öfkelenen, hayal kırıklığına tahammül edemeyen çocuklar görüyoruz. Bunun temelinde de erken yaşta verilen kontrolsüz ekran alışkanlığı yatıyor.
Elbette kimse “telefonu tamamen yasaklayın” demiyor. Bu çağın gerçekleri var. Ancak; ölçü, zaman ve içerik çok önemli. Asıl önemlisi de şunun farkına varmak, telefon çocuğun bakıcısı değildir. Tablet, telefon hiçbir zaman anne ve babanın yerine geçmez.
Düzgün ve ahlaklı bir çocuk yetiştirmek emek ister. Zaman ister. Sabır ister. Çocuğu susturmak kolaydır, yetiştirmek zordur. Eskiden yapılan hatalar vardı, doğru. Korkutarak uyutmak da yanlıştı. Ama bugün yapılan da farklı bir yanlış. Korkunun yerini ekran aldı, sonuç değişmedi. Yine çocuk kaybediyor.
Belki de yeniden şunu hatırlamak gerekiyor. Çocukla ilgilenmek yorucudur ama değerlidir. Ekran kapandığında çıkan çığlıklar, aslında bizim ihmallerimizin sesidir.