ATATÜRK, ATATÜRK GİBİ ÇİZİLMELİ

ALTIEYLÜL BELEDİYESİNİN DİKKATİNE!

LÜTFEN! ATATÜRK PORTRESİNİ ATATÜRK GİBİ ÇİZİLMESİNİ SAĞLAYINIZ

Son zamanlarda törenlerde, belediye binalarında ve kamu kurumlarında duvarlara yapılmış Atatürk resimlerine sıkça rastlıyoruz. Ancak ne yazık ki bu resimlerin birçoğu, Atatürk’ün gerçek yüz hatlarını ve ifadesini yansıtmaktan çok uzak. Bazen farkında olmadan yapılan orantı hataları, bazen de özensizlik, bu duvar resimlerini neredeyse tanınmaz hale getiriyor.

Aslında artık bu tür duvar çizimleri yerine çağın imkânlarını kullanmak mümkün. Günümüzde son derece gelişmiş dijital baskı teknikleri var. Dilediğiniz boyutta, yüksek çözünürlüklü, orijinal fotoğraflardan posterler basılabiliyor. Madem Atatürk’ün fotoğrafı devlet dairelerinde, okullarda ve kamusal alanlarda yer alacak, o halde bu görsellerin de gerçeğine en yakın haliyle kullanılması gerekir.

Balıkesir’de, Altıeylül Plevne Mahallesi’nde bulunan kapalı pazar yerinin ana girişinin sol tarafında yer alan bir Atatürk portresi var. Duvara çizilen bu portrenin burada olması iyi bir düşünce ve özenle yapıldığı da belli. Ancak portre, Atatürk’e tam olarak benzemiyor. Özellikle yüz hatlarında büyük bir farklılık göze çarpıyor. İnsan ister istemez “keşke Atatürk’ün fotoğraflarından biri büyütülüp basılsaydı” diyor.

Bence artık bu konuda bir standart belirlemenin zamanı geldi. Atatürk’ün hangi fotoğraflarının kullanılacağı, hangi baskı tekniklerinin tercih edileceği konusunda bir düzenleme yapılabilir. Böylece hem görüntü birliği sağlanır hem de Atatürk’ün hatırası daha doğru bir biçimde yaşatılır.

Sonuçta mesele sadece bir resim, portre değil; bir saygı meselesi. Atatürk’ün yüzü, ifadesi, asaleti nasıl ki tarihte olduğu gibi bugün de doğru biçimde temsil edilmeli diye düşünüyorum.

 

 

 

*/*/*/

DİZİLER DE NELER OLUYOR NELER?

Akşam oluyor… Yemekten sonra herkes yerini alıyor. Kimisi çayını koyuyor, kimisi telefonunu sessize alıyor. Ekranlar açılıyor. Ve başlıyor: Büyük sözler, dramatik bakışlar, fonda bir keman sesi…

Biz “hikâye izliyoruz” sanıyoruz ama aslında hikâye bizi izliyor.

Son yıllarda öyle bir dünya kuruldu ki, ekranın içindeki hayat sanki gerçeğin ta kendisiymiş gibi sunuluyor. Herkesin evi villalar gibi, herkesin arabası son model, herkesin saçı fönlü, herkesin derdi bile estetik. Fakirlik bile artık ışık ayarına göre çekiliyor.

Dikkat edin, kimse normal konuşmuyor. Her cümle bir aforizma, her bakış bir manifesto. Kavga bile senaryolu, aşk bile yönetmen onaylı.

Bir süre sonra farkına varmadan biz de o kalıplarla yaşamaya başlıyoruz. Gerçek bir tartışmada bile dizilerdeki gibi “dramatik susmalar” yapıyoruz. Bir cümle kurarken “bu sahnede ne derdim acaba” diye düşünüyoruz.

Ama asıl mesele şu: Beynimize yıllardır aynı hikâye işleniyor.

İhanet normal, şiddet alışıldık, sabır ise “saflık” gibi gösteriliyor. Aileler dağılırken fonda müzik çalıyor, insanlar birbirine kötülük yaparken biz “ne kadar heyecanlıydı” diyoruz.

Oysa bu heyecan, yavaş yavaş vicdanı uyuşturan bir uyuşturucuya dönüşüyor. Bir nesil, gerçeği ekranda, gerçeğin kendisini ise “sıkıcı” bulmaya başladı. Gerçek dostluklar yetmiyor; içinde ihanet yoksa “tat vermiyor.” Gerçek aşklar inandırıcı gelmiyor; çünkü ışık kötü, replik zayıf.

Ekranı kapatıyoruz ama o hikâyeler kalıyor. Cümleleri, bakışları, öfkeleri… Gün geliyor bir tartışmada, dizilerden öğrendiğimiz gibi davranıyoruz.

Ve o anda anlıyoruz: Biz sadece izlememişiz; yavaş yavaş o dünyanın içine taşınmışız. Evet, diziler de neler oluyor neler… Ama belki de asıl soru şu:

Biz hâlâ izliyor muyuz, yoksa artık senaryonun bir parçası mı olduk?

Exit mobile version