YARGI, VİCDANI İLE ADALET SAĞLAR

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun yargılandığı davada hakkında geçen gün verilen hapis ve siyaset yasağı cezası üzerine bir şeyler yazma gereği duydum.  Ülkemizde son zamanlarda Yargı’nın verdiği vicdanları sızlatan, kamuoyunu derinden üzen kimi kararlara ilişkin bazı hukukçu dostlarıma da danışarak İnternet üzerinden yaptığım araştırmalar sonucu aşağıda okuyacağınız yazımı kaleme aldım. Öncelikle şunu önemle vurgulayarak belirtmek isterim; Çağdaş hukuk devleti, kişilerin birbirlerine ve devlete karşı haklarını korumakla yükümlüdür. Aynı zamanda kişilerin uyması gereken kuralları da düzenlemiştir. Yasalar ahlaka uygundur, herkes için eşittir. Bir sınıf veya grubun ya da bir cinsin, rengin veya din ve mezhebin lehine hükümler asla içermez, içermesi de kesinlikle mümkün değildir. Böyle hükümler demokratik ülkelerde asla uygulanmaz. Özellikle son 12-13 yıldır demokrasiden demokratik hukuk devletinden epeyce uzaklaşan ülkemizde, örneğin Silivri’de görülen Ergenekon davalarında, verilen hukuk etiği ve normlarına aykırı, ahlaka ve vicdanlara uymayan kararlarla hukuk düzenimizin zarar gördüğü ortadadır. Türk ordusuna, bu ülkenin yazar, çizer takımı denilen aydınlarına yapılan haksızlık ve hukuksuzluklar aradan geçen yıllar boyu asla unutulmadı. Anımsayacaksınız, yaşları seksenin hatta doksanın üzerinde olan general ve amiraller ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı ve cezaevlerinde adeta ölüme terk edildiler. Bu davaların iddianamelerini hazırlayan savcıların ve o kararları veren yargıçların ahlaki ölçütlerle gayet vicdani ve de hukuk etiğine dayalı karalar verdikleri söylenebilir mi?.

Bence söylenemez!.

Bu ülkenin yargıç ve savcıları mesleğe başlarken “Anayasayı koruyacağıma; görevimi doğruluk, tarafsızlık ve hakka saygı duygusu içinde, sadece vicdanımın emrine uyarak yapacağıma namusum ve şerefim üzerine ant içerim” diye yemin ederler. Bu yeminin öznesi vicdandır. Vicdan, yargıcın ahlakıdır. Yargıçların, anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm vermesi anayasa kuralıdır. Anayasa’nın 138. Maddesinde belirtildiği gibi; ‘Hiçbir organın, makamın, merci veya kişinin, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremeyeceğini, genelge gönderemeyeceğini, tavsiye ve telkinde bulunamayacağını hüküm altına almıştır. Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır.’

Ancak, 15 Temmuz 2016’daki FETÖ’cü hainlerce gerçekleştirilen kalkışmayla yapılan darbe girişimi sonrası mevcut görevlerinden uzaklaştırılan, el çektirilen kimi yargıç ve savcılar, 2018’den sonraki süreçte mevcut iktidar tarafından yeniden mesleğe kabul edildiği ve etkin pişmanlık hükümlerinden yararlandırılmak suretiyle mesleklerine dönüşlerinin sağlandığı hemen herkesin bildiği bir gerçektir. İşte o yargıç ve savcıların tıpkı kumpas davalarında olduğu gibi vicdanları kanatan o eski uygulamaları sürdürdükleri gözlenmektedir. Sizlerle görüyor ve yaşıyorsunuz; Günümüzde iktidar sahibi siyaset kurumu yasalara ve anayasaya hatta AİHM kararlarına uymayan yargıçları takdir edip, ödüllendirme yarışına girmiştir. Örneğin; Yakın zamanda bir mahkeme yargıcı Anayasa Mahkemesi’nin aldığı bir kararı tanımadığı için Yargıtay’a, oradan Anayasa Mahkemesi’ne seçilme başarısını gösterdi(!) Danıştay, Meclis’te kabul edilen bir kanunla kabul edilen uluslararası bir sözleşmeden yani İstanbul Sözleşmesi’nden tek bir kişinin imzası ile çıkılmasını anayasanın emredici kuralına rağmen hukuka uygun buldu ve açılan iptal davasını ret edebildi. Bölge İdare mahkemeleri tarafından verilen bazı yürütmeyi durdurma kararlarına son zamanlarda uyulmuyor veya o kararların uygulanması bilerek geciktiriliyor. ‘Sansür yasası’ diye adlandırılan Basın yasasında yapıaln değişiklikler ve yasaya konulan yeni hükümlerle aykırı ve muhalif seslerin susturulması, cezalandırılmasının hedeflendiği çok açık değil mi? Mevcut iktidar herkesin kör, sağır ve dilsiz olmasını mı istemektedir? Din sömürüsü hız kesmiyor. Son 15-16 yıllık süreçte kimi uygulama ve söylemleriyle epeyce siyasallaştırılan partili bir kurum haline getirilen Diyanet İşleri Başkanlığı, yoksulluğun cennete gidiş garantisi olduğunu söyleyebiliyor. İlahiyatçı değilim ama aslına bakarsanız Cennetin de cehennemin de yaşadığımız dünyanın altında veya üstünde değil, bu dünyada olduğunu bilecek kadar dini inanca sahip olduğumu düşünüyorum. İktidar yandaşları ballı ihalelerle bu dünyada cennet hayatı yaşarken vicdani kanaatine dayanarak karar vermesi gereken bazı yargıçlar ise kendilerine türlü baskılarla veya çeşitli vaatlerle dikte ettirilen hukuk normlarından vicdani kanaatlerde epeyce uzak cezaları vererek bu ülkenin bazı aydın ve demokratlarına cehennemi bu dünyada yaşatma gayreti içinde görünüyorlar. Kanaatim odur ki; Bu ülkede kimi yargıçlar vicdani kanaatlerine göre karar veremediği sürece gerçek anlamda vicdani ölçütlere dayalı adalet asla gerçekleşmez ve halkın yargıya olan güveni giderek azalmaya devam eder. Olaylar ve gerçekler dilsizdir. Yargıçlar, yasaların emrettiği kuralları uygularken o kanunlarda tanımlanan kelimelerin, hatta yasanın ruhunun söz konusu olayı kapsayıp kapsamadığını bilgi ve deneyimi ile vicdanının sesini dinleyerek karar verme sorumluluğunu asla unutmamalıdır, diye düşünüyorum. İşte tüm bu nedenle ben ve benim gibilerin bu ülkede ısrarla yargının tam bağımsız olması gerektiğini savunmaya devam etmeliyiz. Siyasallaşan yargı istemiyorum!..