TOPLUMSAL BATILILAŞMA SÜRECİ

Doğu, kapitalizm ile dışarıdan gelen zorunlu bir etki olarak tanıştı. Bununla birlikte, kapitalizm, Batı’da sağlam mülkiyet hakları sistemi üzerinde yükseldi. Literatürde buna üretici, yani verimli, kurumsal yapı denmektedir. Doğu’da mülkiyet hakları sistemi öteden beriye hayli sıkıntılıydı. Batı’da üretim modu kapitalist olarak örgütlenirken, ana hatlarını fiskalizm, provizyonizm ve gelenekselcilik ile özetleyebileceğimiz ekonomik altyapı, Osmanlı’da kapitalizmden uzak olmakla kalmayıp antikapitalist niteliklere bile sahip durumdaydı. Narh sistemi, gelir farklılıklarını küçük tutarak sosyal gerilimi kontrol altında tutarken kâr güdüsünün kurumsallaşmasını da engellemiş oluyordu. Millet sistemi sosyal dayanışma üzerinde, toplumsal ilişkileri devletten, devleti toplumsal konulardan bağımsız tutarak benzer bir etkiye sahipti. Vakıf kurumu, servet (kapital) birikimi ve teşvik sistemini, üretimden uzak bir sınıfa yani ulemaya aktarırken ulema, sistem üzerindeki kontrolünü elindeki yasal güç ve kendi içindeki organik ilişkilerle başarıyordu. Üstelik Osmanlı’nın feodalitesi de Batı feodalizminden farklıydı. Bir devlet memuru olan tımar sahibi rotasyon sebebiyle ne başında bulunduğu köylüyle çelişkili ne de aslen devlete ait olan toprakla anlamlı bir ilişki kurabilecek konumdaydı. İmparatorluğun Batı’daki gibi ‘Lord-Vasal’ ilişkisine dayalı bir aristokrasi sınıfı yoktu. Öte yandan, emeğin baskılanması, tımardan malikâneye geçiş yani bir tür özelleştirme ve ayanların ortaya çıkması gibi durumlar sistemi kaba hatlarıyla yarı feodal kılıyordu. İşte bu durumda Osmanlı dünya ekonomisiyle çarpıştığında, hantal ve yarı feodal yapısıyla adeta kapitalizm tarafından yutulmuş oluyordu. Ancak dönemin dirayetli paşalarının ve aydınlarının direnişiyle, Birinci Dünya Savaşı’na kadar Avrupa’nın ‘Hasta Adamı’ denilen Osmanlı ancak böyle varlığını sürdürebilmişti. Örneğin 1858’de yapılan toprak reformu bu çarpışma açısından ilginç bir örnek olarak değerlendirilmelidir. 18. Yüzyıl sonlarına doğru Dünya ekonomisiyle yani kapitalizmle karşılaşan Osmanlı, ideolojide Tanrı’ya, pratikte devlete ait olan mülkiyet haklarını bireye, mülkü ise özelleşmeye zorlamayla da olsa açmıştır. Osmanlı’nın 20. yüzyıla sürüklenen varoluşu, reformlarla sarsılsa da yukarıda kısaca değindiğimiz Batı’dakinden farklı makro yapısal süreçler nedeniyle devrimci bir toplumsal ve politik dönüşüm olmadığı için ortadan kaldırılamayan feodal örüntülerle birlikte, Cumhuriyete sosyoekonomik, sosyopolitik ve sosyokültürel açılardan bir derin geri kalmışlık mirası bırakmıştır. Yüzeysel bir oryantalist tavırla, kendi içinde ve sadece kendine özgü bir durummuş gibi, yani tarihi diyalektikten kopuk olarak, ‘BATILILAŞMA’ adı altında değerlendirilen laik Cumhuriyet Devrimleri, kabaca resmettiğimiz bu ekonomi politiğin zorunlu üstyapısının kuruluşundan başka bir şey değildir. Zira bu ekonomi politik, 16. Yüzyıl başlarında ve özellikle 17. yüzyılda kapitalist dünya-ekonominin tüm dünyayı içererek ilerlemesiyle zaten başlamıştır. Söz konusu olan Batı’ya öykünmek değil, evrensel bir üstyapı uyumlaması, üretici, yani verimli, kurumsal yapının tüm ayaklarıyla kurulması meselesidir. ‘MODERNİTE’ denilen kavram bir ekonomik üretim modu olan kapitalizmin üstyapısıdır. Aynı zamanda kişilerin arzu, fikir veya isteğinden bağımsız olarak birkaç yüzyıl önce zaten başlamış bulunan dünya-ekonomiye kurumsal bir ‘ENTEGRASYON’ sürecinin de bir parçasıdır. Her söz ve eyleminin ardında tarihin anlamı gizli olan Mustafa Kemal Atatürk, bu ekonomi politiğin farkında olduğu için büyük atılımına asla ‘BATILAŞMA’ dememiş, ‘ÇAĞDAŞLAŞMA’ yani o dönemin yaygın diliyle ‘MUASSIRLAŞMA’ ifadesini kullanmıştır. Bilimsel anlamda doğru olan da aslında budur. BAŞKA BİR ŞEY DEĞİL!..