ŞÖVALYELİK BİZDE KABADAYILIKTIR!

Zannediyorum 1980’li yılların başıydı. 1982 veya 83 yılı olacak. O zamanlar öğrenim gördüğüm
Balıkesir Merkez Endüstri Meslek Lisesi’nde Edebiyat öğretmenim rahmetli Fevzi Şen Fransız yazar
Michel Zevaco’nun dünya klasikleri arasında yer alan şövalye Pardayan’ın ortaçağ Fransa’sında
yaşadığı serüvenlerin yer aldığı 10 ciltlik bir eserin bir ve ikinci kitabını bana ‘okuduktan sonra iade
edilmesi’ koşuluyla vermişti. ‘Centilmenlik ve Asalet’ üzerine yazdığım bir kompozisyonu beğenmesi
nedeniyle edebiyat öğretmenimin bana verdiği o kitapları bir hafta içinde soluk soluğa okumuş ve çok
etkilenmiştim. Şövalye Pardayan’ın kahramanlıklarının yanı sıra onun değer yargılarını da öğrenmiş
ve hatta büyük ölçüde benimsemiştim. Sonraki yıllarda yaşım ilerledikçe bizim toplumda şövalyelik
geleneği olmadığı bilincine erişince hayıflanmış, şövalye Pardayan günümüzde bizim toplum içinde
yaşamış olsaydı, ‘kabadayı mı, yoksa külhanbeyi mi olacaktı’ diye çok düşünmüş, kafa yormuştum.
Aradan geçen 38-39 yıla yakın bir süre sonra şövalye Pardayan’ı geçenlerde bir solukta okuduğum
edebi bir yazı nedeniyle tekrar anımsadım ve aşağıdaki satırları kaleme almaya başladım. Aslına
bakarsanız öteden beri bizim toplumuzda ‘şövalyelik’ geleneği yoktur. Çünkü bizde aristokrasi de,
dolayısıyla soyluluk ve asalet gibi kavramlar da bulunmamaktadır. Usta yazarlarımızdan merhum
Çetin Altan’ın bir yapıtında ifade ettiği gibi ‘mertçe düello etmeyen, aksine sinsice pusu kuran’ bir
anlayışın egemendir, bu topraklarda asırlardır. Bilebildiğim kadarıyla ‘soylu ve soyluluk ya da asil
veya asalet’ sözcükleri her dilde olumlu bir anlam taşımaktadır. Aynı zamanda bir çöküntüyü de
içinde taşıdığı söylenen tarihten kaybolmuş bu sınıfın sıfatı neden hala bir övgü sözcüğü
sayılmaktadır. Belki de isimlerini veya taşıdıkları sıfatları yaşadıkları hayatlardan daha değerli
görmelerinden olabilir. Şövalyeler isimlerine ya da taşıdıkları sıfatlara bir leke sürülmesine razı
olmaktansa ölmeyi tercih eder. Onlar için ‘Ayıp’ olan veya sayılan bir şeyi yapmak, utanılacak duruma
düşmek ölümden de beterdir. Hemen her toplumda nelerin ayıp olduğu ve sayıldığı da yazılı olmayan
çok kesin kurallarla belirlenmiştir. Örneğin; “Korkmak çok ayıptır, kadına kaba davranmak çok
ayıptır, bir kadının adını lekelemek çok ayıptır, güç karşısında sinmek çok ayıptır, düellodan kaçmak
çok ayıptır, ‘kaybetmeyi’ taşıyamamak çok ayıptır, sızlanmak çok ayıptır, övünmek çok ayıptır, ‘hile
yapmak’ çok ayıptır, aileni, arkadaşlarını, taraftarlarını utandırmak çok ayıptır.”
Biraz sonra birbirlerini öldürmek için dövüşecek iki rakip yani şövalye düellodan önce birbirilerini
saygıyla selamlarlar. Çünkü ‘rakip’ değerli biridir. Onlara göre, rakibine değer vermemek, kendine
değer vermemekle eş anlamlıdır. Şövalyeler eşit koşullar altında dövüşürler, rakibinden önce ateş
etmeye kalkmak, hayatını kurtarmak için kurnazlığa sapmak, kendi hayatını tehlikeye atmadan
rakibini yenmeye çalışmak asla kabul edilemez. Kendi ailesi ve soylu sınıfı bile reddeder bunun aksi
davranan birini. Bu kurallar aslında insanlığın ortaklaşa beğendiği, kendisi uymasa bile ‘değerli’
bulduğu, buna uyanlara saygı gösterdiği ölçütlerdir. Elbette günümüzde artık yaşam çok değişti,
şövalyeler de, aristokratlar da ortadan kaybolup gitti. ‘Kazanmak’ sadece ‘ne pahasına olursa olsun
kazanmak’ her yerde çok önemli oldu. Ama günümüzde bile hala ‘şövalyelerin’ değerleri ve kuralları
hayranlıkla anımsanıyor. Hala bu ‘değerler’ toplumların bilinçaltındaki ‘ayıp’ anlayışını besliyor, bu
değerlerle tamamıyla ters düşmek, ayıplanıyor gibi algılanıyor kanaatindeyim. Ayrıca şunu belirtmek
gerekir ki, günümüzde insanlar hala utanma duygusuna sahip olabiliyorlarsa bu değerlere aykırı
davrandıklarında ‘utanılacak’ bir iş yaptıklarını biliyorlar, demektir. Başta da ifade ettiğim gibi bizde
şövalyelik yoktur, toplum geleneğimizde hiç olmamıştır ama bizde on yedinci yüzyıl sonlarından
başlayarak on sekizinci ve bilhassa on dokuzuncu yüzyılda artarak yoğunlaşan bir ‘kabadayılık
geleneği’ vardı ve ‘o kabadayılık değerleri’ az çok şövalyeliğin gelenek ve değerlerine uyardı.
Kabadayılar Osmanlı döneminde de Cumhuriyet’in ilk yıllarında da yozlaşmaya yani mafyalaşmaya
başlayıncaya kadar toplumda her zaman saygı görmüşlerdi. Derini mi yoksa sığı mı bilemem ama
Devlet, kabadayıları sözde kendi himayesine alıp onları yakın geçmişte ‘mafyalaştırdığından’ beri
bizde kabadayılık da kayboldu, hala kabadayılık kurallarına uyan birileri var ama artık eskisi gibi artık
bir ‘müessese’ yani ‘kurum’ değil kabadayılık..

Zaten şövalyeleri olmayan, kabadayılarını da kaybetmiş bir toplumda ‘toplumsal değerleri’ gizli
kuralları, ayıp duygusunu, utanmayı, rakiple ilişkiyi, rakibe saygıyı, ‘hilesiz’ davranmayı, ‘nasıl
kazandığının’ kazanmanın kendisinden bile önemli olduğunu genç kuşaklara nasıl anlatacağız,
‘utanma’ duygusunu nasıl ayakta tutacağız, ‘ayıp’ anlayışının yaygınlaşmasına nasıl hayat vereceğiz?
İşte asıl bu sorulara yanıt aranması gerekiyor, öyle değil mi?.