SİYASETÇİNİN GERÇEKÇİ OLMALIDIR!

Yazılarımı günü gününe takip edip okuyanlar iyi bilirler ben öncelikle işin felsefesini ele alır ondan sonra yorumlar, fikirlerimi ortaya koyar, bir şeyler anlatmaya çalışırım. Şimdi de böyle yapacağım ve sizlere yazımın başlığından da anlaşılacağı üzere siyasetçinin gerçekliliğini anlatacağım, daha doğrusu anlatmaya çalışacağım. Hiç kuşkusuz, toplumsal yaşam içerisinde insanın düşünüş ve bakışını yansıtan duruşunun doğru biçimde anlaşılmasını engelleyen nedenler her zaman var olacaktır. İnsanın bunu ortadan kaldırması sahip olduğu olanaklar ölçüsünde olsa bile karşısındakinin algılama biçimi farklı gerekçeler üretmeye hazır karşı çıkışlarla yeni kutuplar oluşturup anlaşılmayı engelleme gücüne sahiptir.. 

Şöyle ki; İnsanın elbette kendine ait çerçevelenmiş belli bir bakışı vardır. Bunu farklı perspektiflerle genişletme olanağı olabileceği gibi başını kuma gömme misaliyle daraltma gücüne de sahiptir.. 

O nedenledir ki; Algı dünyasının düşünüş ve bakış biçimi üzerinde etkili olması insanın çerçevelenmiş bakışa mahkum olmasının bence en önemli gerekçesidir. İnsanın düşünsel bakışının şekillenmesinde yaşanılan çevre ve alınan eğitim formatının etkili olması onun dünya algısını da etkileyerek davranışsal yansımalara dönüşmesi olasıdır.. 

İnsanın bu davranışsal durumu ise içinde hazırlanmış karşı çıkışları da barındırmaktadır. Çünkü sosyal çevrenin sunduğu modeller onun ne şekilde biçimlenmesi gerektiğini isteyen verileri doğal olarak içinde barındırmaktadır. Günümüzde; kuşatılmış sosyal yaşam alanında olduğumuzu inkar edebilmek asla olanaklı değildir.. 

Buna rağmen sahip olduğumuz akıl yeteneğini kullanmaktan kendimizi yoksun bırakıp bırakmamak da kendi elimizdedir. Düşünme eğilimi aynı zamanda çevrenin kuşatıcılığını yırtan ve doğru biçimde algılama oluşturmanın da bir tür kalkanıdır.  Sosyal çevre ise bu durumu ‘fabrikasyon hatası’ olarak algılama eğilimi göstererek gerekli önlemlere başvurmaktan kaçınmaz. Eğer insan çevrenin oluşturduğu önlemlerin baskısına boyun eğerse süreç içerisinde kendisi olmaktan çıkıp formatlanmak istenen biçime dönüşür. Bu durum da çevrenin zafer ilanıdır. Oysa insanın aynı zaferi kazanabilmesi doğru biçimde düşünmeyi sağlayan akıl verisinden vazgeçmeyerek vicdani ile aklını birleştirmesiyle ancak mümkün olabilir. Vicdanın aklı devreye sokması için ‘maskelenmiş’ sosyal yaşamdan kaçınma ile değil onun işleyiş biçimine odaklanmayı gerektirir. İşleyişin sakatlığını fark etmenin yolu da oluşturulan çarkın getiri ve götürü hesabından vazgeçmeyi zorunlu kılar. Bunu başarabilen insan çevre kuşatılmışlığını yırtar ve ‘özgür düşünme’ gücüne ulaşır. Bugünün sosyal yaşamında ve de siyaset ikliminde yoğunlaşan biçimiyle karşımızda duran kutuplaşmanın ürünü‘tarafgirlik’yani taraf olma, taraf tutma ile ötekileştirmenin ürünü ‘muhaliflik’ yani karşıtlığı ancak vicdan akıl bileşimine başvurarak çözümleye biliriz. Ama dünyaya açtığımız her pencereye sorumluluk bilinci ve ‘rasyonel akılla’ yaklaşmak gerekmektedir. Bu sorumluluk içerisine tıpkı bir annenin evladına yönelik gösterebildiği şefkati yerleştirip karşılık beklemeksizin bir duruş sergilememiz şarttır. Geçmişte çoğu zaman toplumsal mücadelelere kendilerini adayanların önemli bir çoğunluğu ‘maskeli sosyal yaşam’ yerine bir annenin sahip olduğu bu duyguyla yukarıdaki satırlarda sözünü ettiğim karşıtlık veya tarafgirliklerini açık ve net biçimde sergilemişlerdir. Bu durumu kimileriniz dinsel duyguların yoğunluğuiçinde geçerli kılmanın mümkün olduğunu düşünebilir. Yani ‘Yüce Varlık’ karşısında insan, beklentiler yerine kendisine bahşedilenlere karşılık minnet duygusuyla hareket ettiğinde ‘Takva’ denilen erdeme ulaştığına inanır. Oysa getiri ve götürü hesabıyla yapılan her eylem hem toplumsal açıdan hem de dinsel açıdan çıkarlarını gözetmeyi zorunluluk haline getirir. Doğal olarak her toplumsal mücadele de siyaseten davranmayı da beraberinde getirir. Ancak bu ‘siyasal davranış’ hiçbir şekilde bireyin yani insanın kendi beklentilerine dönük olmamasının yanında topluma yönelik olmasını da zorunlu kılar. O yüzden kendisinden ‘feragat’ anlamına gelen bu davranışsal durumu ‘adanmışlık’ olarak değil sorumluluk biçimde algılamak gerekir. Çünkü ‘adanmışlık’ bazen insanın ‘insan olma’ niteliğine aykırı durumlar göstermesine sebep olabilirken ‘sorumluluk’ ise insanın kendisiyle öteki arasında duygudaşlığa ve empatiye yol açarak asıl birlikteliğin oluşmasına yol açar. Adanmışlığa yönelen ‘taraftarlık’ ve ‘karşıtlık’ ister istemez, insanı sorumluluk ve gerçekliğin mutlaklığından ayırarak biat etmeyi ilke edinmiş ‘müritlik’ aşamasına yöneltir. Bu nedenle sosyal yaşama yönelik tercihlerimiz adanmışlıkla değil, sorumlulukla bağdaştırılmalıdır. Siyasal sorumluluk aynı zamanda siyasilerin kendi toplumlarına karşı görevlerini de ifade etmektedir. Ancak bunu yaparken de daima birey kalabilmeyi de her durumda başarabilmek zorunludur.. 

Aksi halde ‘biat kültürünü benimsemiş, müritlerin sayısı içinde yaşadığımız toplumda bireylerden fazla olması gibi bir sonucu kaçınılmaz biçimde karşımıza getirir. Bu durum da yapacak pek bir şey kalmaz!.’