Hasan Yalçın’ın “Dönekler” kitabından kısa bir alıntıyla bugünkü yazıma başlamak istiyorum:
DÖNEK; kendini önemsizleştirmiş adam demektir. Dönmek; beynin ve vicdanın satılmasıdır. Tamamen ve toptan, bir evin içindeki eşyalarla birlikte satılması gibi. Dönmek kişiliğin kırılmasıdır. Hangisi daha aşağılayıcı ve acımasızdır acaba; yüzün ameliyatla değiştirilmesi mi, yoksa ruhun teslim alınıp dönekleşmiş hale getirilmesi mi? İtirafçı; boyun eğmek zorunda kaldığını öne sürebilir. Dönek ise bıçağın altına gönüllü yatmış adamdır!..
Siyasette; dün ve bugün, hatta yarın da eleştirdiğimiz, eleştireceğimiz siyasetçiler; dün ne iseler, bugün de aynı tas aynı hamamdır!..
Sizin anlayacağınız, siyasette de sosyal yaşamın her evresinde de dönekten, döneklerden kendilerinden başka hiç kimseye hiçbir zaman hayır gelmez!..
Siyasette olduğu kadar sosyal yaşamın içinde sosyal bilimlerin belki de temelinde kolektif akıl; ‘ORTAK AKIL’ anlamına gelmelidir. ‘Gelmelidir’ diyorum, çünkü ne felsefe biliminde ne de sosyoloji de ‘ORTAK AKIL’ diye bir kavram veya tanımlama yoktur, diye kabul edilmektedir. Tanınmış bazı sosyologlar ve filozoflar ‘ortak akıl’ yerine yani buna karşılık ‘ORTAK BİLİNÇ’ kavramı olması gerektiğini savunurlar. Örneğin; Emile Durkheim gibi idealist sosyologlar, ‘insanlarda bireyüstü ve ayrı bir varlığa sahip olduğu varsayılan üstün bir bilinç olduğunu, savunurlar. Bir anlamda; bilinç hayatının en yüksek biçimi olan bilinçlerin bilinci!..‘
İşte belki de tam bu noktada o kolektif akıl da demek oluyor ki, en yüce akıl, akılların aklı anlamına gelmektedir, bu durumda. Mülkiyetin, bilincin, çıkarın, psikolojinin, taşkınlığın ‘ortak’ yani ‘kolektif’ olabileceğini aklım kesiyor belki ama aklın ortaklaşmış olmasına pek inanasım gelmiyor benim. Üstadımız Özdemir İnce de benim aynı düşünüyor olsa gerek. Çünkü ‘akıl akılsa ortaklaşa olmaz. Akıl bireyselleştikçe akıllı hale gelir. Akıllı bir insanın ortak aklın iradesini kabul edebilmesi için aklını yitirmesi gerekir!’ Demektedir, aynı konuya ilişkin bir yazısında.
Bu denli uzun bir girişten sonra şimdi başlıyorum anlatmaya; Bundan tam 44 yıl önce yani 12 Eylül 1980'de Türkiye'de darbe olmuştu. Ben henüz 14 yaşındaydım. Orta okul son sınıftaydım ve ‘yapılanın düpedüz darbe olduğunu’ tam olarak pek kavramış değildim. Zaten ‘darbeye darbe demekte büyük bir suçtu’ o günlerde!..
‘Askeri müdahale’ deniliyordu o zamanlar 12 Eylül’ün cuntacı darbesine…
12 Eylül Darbesini yapanların veya o darbeyi ‘mazur/makul’ göstermeye çalışarak özde bulunan ‘yalakalık gereği’ alkışlayanların en büyük bahanesi, sözüm ona gerekçesi; terör ve ekonomik sorunların yanında siyasal istikrarsızlık ve toplumsal anlamda sıkça yaşanan kaos oluyordu. O dönemin siyasal istikrarsızlığın tetiklediği toplumsal olaylar, çatışmalar ve bunların getirdiği kaos ortamının en büyük nedeni ise bugünkü yazımın başlığında ifadesini bulan kirlenen daha doğrusu kirletilmiş siyasetti. Kirletilmiş siyasetin en belirgin figürleri ise ‘bayat garnitürler’ olarak tanımlanan o dönemin siyasetçileriydi!..
O nedenle bugünkü yazımı 2015'de yitirdiğimiz Türk basınını usta kalemi, nüktedan ismi, duayen fıkra yazarı, her ne koşul altında olursa olsun, mizahı, kaleminin kıvraklığıyla kağıda dökebilen Hasan Pulur’un bir anısına da atfen yazmaya karar verdim. Aslında merhum üstadımız Hasan Pulur gibi yazmak ne haddimize ama bilhassa siyasetçiler için ‘anlayana sivrisinek saz, anlamayan davul zurna az’ sayılabilecek, mizahi bir üslupla kaleme aldığım bugünkü yazımda çeşitli taşlamalar, ironi içerikli tespitler ve fıkralar yer almakta ve Türkiye’de siyaset yapmanın öyle sanıldığı kadar pek kolay bir iş olmadığı anlatılmaktadır…
Çünkü merhum Hasan Pulur üstadımızın anlatımıyla Türkiye’de ‘eğer siyaset yapmak istersen’ önce güzel ve fiyakalı bir kıyafetin olacak. İyi marka ve kaliteli kumaşlardan birkaç takım elbise aldın mı, üzerine geçirdin mi, halkın gözüne iyi görünürsün. Bu daha işin birinci aşamasıdır. Daha sonra eşi dostu sıklıkla ziyaret edeceksin. Onlar yakınında olurlarsa işin kolaylaşır. Onların uzaklığı arttıkça masrafın da artar. İşin burasını da hallettikten sonra sıra üçüncü aşamaya gelir. İşte o aşama belki de en önemlisidir. Ziyafet faslıdır o son aşama. Bu ziyafet faslında masrafı fazla olur siyasetçinin. Bu son aşamayı da başarabilirsen Türkiye’de siyaset yapmayı gerçekten öğrenmiş olursun. Tüm bu aşamaları yerine getirmek ‘siyasetin garnitürleri’ arasında sayılır. Asıl olan yerelde de ve genelde de iktidar olan liderlere yakın olmak hakkıyla yağcılık(!) yapabilmek ve o liderlerin her dediğine yalanda olsa alkış tutmak gerekir. Bu da yetmiyorsa partiye yüklü bir miktarda sonradan kazanacağın paraların bir kısmını bağışlamaktır. Eğer paran varsa elbette!..
Bağışladığın paranın reklamını da iyi yapabiliyorsan artık Türkiye’deki geçerli siyaset yoluna girdin sayılır. Artık yakın çevrene bol bol vaatte bulunabilirsin. Arkanı sağlamlaştırdığın için vaat ettiklerini yakın bir zamanda unutsan dahi veya hatırlamasan bile eğer adaylığın kesinleşmiş ise dahası seçilmeyi de garantilemiş isen çevrendekilerden yolmaya başlayabilirsin. Seçildiğinde ise rahatlıkla onları mutlaka ‘ihya’ edeceğine söz verebilirsin, köylerine kasabalarına ilçelerine ve şehirlerine dev sanayi tesisleri, en azından fabrika bile kuracağını söyleyebilirsin. Artık halk sana umut bağlamaya, medet ummaya kısacası güvenmeye başlamıştır. İlkinde seçimde kazanırsan, ‘onları uyutmaya devam edersin.’ Bu ilk seçim olduğu için daha çok tecrübesiz olduğunu düşünürler onun için vaatlerini yerine getiremediğinde pek fazla sorun oluşturmaz. Liderinin her dediğini yapmaya başladığın onun gözüne girdiğin için ikinci seçiminde tekrar aday olursun ve yine seçilecek sırada aday gösterilirsin. Artık Türkiye’de siyaset yapmayı öğrendiğin için işi arttırıp Avrupa’dan veya Amerika’dan vatandaşlık hakkını bile almış olabilirsin. Halkı çaktırmadan istediğin gibi aldatabilmeyi başarabildi isen, onların gözünün içine baka baka ‘utanmadan yalan söylemeyi’ de becerebiliyorsan eğer, bu iş olacağı kadar olmuştur. Nasıl olsa ‘Lider’ senden asla vazgeçmez, vazgeçemez. Üçüncü defa seçilemesen de artık senin için sorun değildir. Çünkü yükünü tutmuşundur ve üstelik kıyak bir ‘emekli maaşı’ da alırsın, keyfine bakıp dilediğince yaşarsın. Yaşamını dilediğin yerde göbeğini kaşıyarak istediğin yerde veya ülkede rahatça sürdürürsün. ‘Memleket batsa bile’ sen asla batmazsın. Şayet ‘vatan elden gitse bile’ senin ikinci vatanın vardır, mutlaka oraya gider, sığınırsın. Ama bu yoksul, dar ve sabit gelirli seçmenlerinin senden hesap soracağı bir yer daima vardır. Orası neresidir, biliyor musun, ‘Sırat köprüsüdür.’ O siyaset yaparken yıllardır, aldatıp kaldırdıkların bu dünyada olmasa bile ahret de sana sırat köprüsünde hesap soracaklar, oradan seni bir melun gibi aşağıya iteceklerdir!..
Yorum yapın