Tarih boyunca insanoğlunun en büyük sınavı siyasetle olmuştur. Masum ve iyi niyetlerle başlatılan siyasi hareketler, sonunda maalesef asıl mayasına, gerçek mecrasına dönmüştür. İster sağcılık ister solculuk ister milliyetçilik ister Atatürkçülük, ister Alevilik ve isterse Sünni İslam adına yapılsın, Türkiye'de anlaşılan ve gelenekselleşen biçimiyle siyaset, tarihte olduğu gibi ‘Güce sahip olma ve gücü elinde tutma’ mücadelesinden başka bir şey değildir aslına bakarsanız…
‘Her şeyde biz söz sahibi olalım, bizim dediğimiz olsun’ mücadelesidir. Dahası ‘Ülke bizden sorulsun’ mücadelesidir. ‘Bizden habersiz yaprak bile kımıldamasın’ mücadelesidir. ‘Dine, bilime, eğitime, sanata, paraya, makama, şöhrete ve eğlenceye de biz sahip olalım’ mücadelesidir..
Daha önce bu sütunlarda değişik vesilelerle ancak benzer başlık ve içeriklerle defalarca kaleme alıp dile getirdiğim gibi, bugünkü yazımın başlangıcında ifade ettiğim üzere; Hal ve zihniyet böyle olunca, yani yukarıdaki tanımda belirttiğim gibi, siyasetin değerleri bunlar olunca, bu mücadele önünde hiçbir engel görmek istemez. Siz eğitim, bilim, sanat, adalet ve güvenlik alanında en güzel çalışmaları yapsanız, ülkeniz ve ulusunuz için olağanüstü özveride bulunsanız, insanımızın barış ve mutluluğu için ‘ağzınızla kuş tutsanız’ siyasetçiye yaslanmadığınız, onların dümen suyuna girmediğiniz, onlarla rant paylaşımı yapmadığınız sürece siyasetçiye asla yaranamazsınız. Bu nedenle ‘siyaset en kutsal davalar adına bile yapılmaya başlansa da’ maalesef bir süre sonra, ‘o kutsal davaya rakip ve düşman olmaya başlar.’ Çünkü ‘kutsallıktan uzak olan kutsal olması mümkün olmayan siyasetle asıl kutsallık bir arada yaşayamaz’ ve sonuçta siyaset, ‘aç kalan kedinin kendi yavrularını büyük bir zevk ve iştahla yemesi’ gibi kutsal olan ne varsa hepsini tek tek acımadan ve iştahla yer. Hatta bu merhametsizlikten yani acımasızlıktan dolayı da büyük bir onur duyar. Çağlar, yüzyıllar boyu, nice düşünür ve bilgini, siyasetçiyi zindanlarda çürüten zihniyet budur, yani siyasettir. Kerbela da peygamberimizin torununa bir damla suyu çok gören ve ona adeta ‘kuduz köpek’ muamelesi yapan, peygamberimizin öpmeye doyamadığı ve kıyamadığı bedenleri, peynir gibi doğrayan zihniyet budur yani ‘siyasetin ta kendisidir!..’
Hazreti Muhammed’in ‘Yetkim olsa yerime vekil bırakırım’ diyecek kadar değer verdiği Hz.Ali’yi kafir ilan eden Haricilerin din adına, ‘ihlas ve takva’ adına yaptıklarını zannettikleri bu zulüm de aslında ‘siyaset’ adına yapılmıştır. Günümüzde de bunun en acı en çarpıcı örnekleri farklı biçimlerde ve ortamlarda yaşanmaktadır. Her alanda ülkemizin ve toplumumuzun yüzünü güldüren insanlar, zalimlere karşı iktidara büyük destek veren gruplar kullanılmış ve sonunda o tarif edilen siyasetçiler tarafından rakip ve düşman olarak algılanmış ve bu güzel insanlara karşı topyekün mücadele başlatılmıştır. Siyaset öyle tehlikeli, öyle şefkatsiz, öyle merhametsiz, öyle nezaketsiz bir canavar haline getirilmiştir ki, ne kadar iyi ve masum niyetlerle başlarsa ne kadar güzel niyetlerle yapılırsa yapılsın, siyasetçi için, bir süre sonra dostlarını düşman, düşmanlarını dost görmeye başlamasına neden olmuştur. Şeytan, siyasetçinin yakasını hiçbir zaman bırakmamış ve er geç nefsin dümen suyuna sokmuştur. Siyasetçinin gözüne dostları ‘düşman’ düşmanları ‘dost’ olarak göstermiş ve ikna etmiştir. Gücün dışında, hiçbir değer tanımayan siyaset; ‘alimleri zalim, zalimleri alim’ görmeye başlamış, konuşurken ve yazarken kullandığı sözcüklerini büyük bir hassasiyetle, kılı kırk yararak seçen, bir İslam düşünürüne, besmelenin içine siyaset kelimesini ekleterek ‘şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım’ dedirten, onu böyle ağır bir söze sevk eden şeyin, siyasetin şeytani yüzü olduğunu göstermiştir. Tarihin hiç değişmeyen bu acı gerçeğinin bir gün mutlaka değişeceğini umuyoruz. 'Medeni ve kutsal değerler adına' başlatılan ve büyük bedeller ödenerek, bu günlere kadar getirilen demokrasi mücadelesinin, siyasetinin bu iflah olmaz hastalığından en kısa zamanda kurtulacağını umut etmek istiyorum. Aksi halde, hepimize yazık olacak ve tarihe aslında mazlum olan siyasetçiler, zalim olarak geçeceklerdir. Bana göre; ‘gerçeğin dünyaya ait hiç değişmeyen ve değişmeyecek yüzü budur…’
Devletlerin yükselişini ve çöküşünü, toplumsal özelliklerde arayan ve bu nedenle de bence sosyolojinin kurucusu olan İbn-i Haldun’a göre göçebe toplumların asabiyeti yüksektir ve bu nedenle de yerleşik devletleri yıkarlar. Ama onlar da yerleşik hale gelince, asabiyetleri azalır ve başka göçebe toplumlar tarafından yıkılırlar. Bu çerçevede Arapçada Asabiyet, bir nevi nepotizm, kendi akrabalarını, ırkını, kavmini, aşiretini kayırmak anlamında da kullanılır. Demokratik siyasette ırkçılık ne denli tehlikeli ise dincilik de o denli tehlikelidir. Çünkü her ikisi de hem aidiyet duygusunu, bütün duyguların ve sorunların önüne çıkarır, hem de her ikisi de dinimiz gibi, Allah gibi, ırkımız gibi, geçmişimiz ve atalarımız gibi mukaddes kavramlara dayanır. Bu nedenle de demokrasinin temel özelliği olan, farklılıkların birlikte yaşaması, özgürlük, insan hakları kavramlarına çok uygun olmayan dogmaları siyasal sisteme sokarak demokrasiyi yozlaştırır. Genellikle de demokrasi yerine, çoğunluğun aidiyetine bağlı olan din veya ırk kavramlarının baskıcı yönetimine, kimi zaman da totaliterliğine yol açar! Bu açıdan dinciliği öne çıkarıp ırkçılığı eleştirmek, ya da ırkçılığı öne çıkarıp dinciliği eleştirmek arasında, demokrasiyi yozlaştırmak bakımından çok büyük bir fark yoktur. Esas olan, dinciliği de ırkçılığı da aşan ve hepsine eşit uzaklıkta durarak, hepsini kucaklayan laik ve demokratik bir devletin, insan hakları çerçevesinde eşit ve özgür yurttaşlık kavramına dayalı olarak işletilmesidir!..
Yorum yapın