SINIRDA Kİ GELİN

Bin zulme uğrasan da bir zulüm yapma.

                          Mevlana        

Saatlerden beri pencerenin kenarındaydı. Her günkü gibi yine oğlu Ahmet in yolunu gözlüyordu. Gözleri sık sık uzaklara dalıyor, muztar bir eda ile kendini derbeder hissediyordu. Apansız bir saldırı karşısında kalmış gibi titriyor, eziliyordu. Duygularına ve düşüncelerine adeta kördüğüm olmuştu. Dertleri, sıkıntıları bir çığ gibi üzerine geliyor, bir heyula gibi karşısına dikiliyordu. İçinde ki üzüntü ve sıkıntı sığınağına neler neler yüklemek istiyor, ama çaresizliğinin girdabından bir türlü kendini kurtaramıyordu. Bütün bu sıkıntılarının sebebi biricik oğlu Ahmet in sorumsuz yaşantısıydı. Okulunu bitirdikten sonra iyice başıboş, sorumsuz olmuştu. Sabahleyin geç kalkar, kahvaltısını eder, sonra çıkar giderdi. Nerde gezer, ne yapar, kimlerle arkadaşlık eder bilen yoktu. Akşamleyin de iyice geç vakitlerde eve gelirdi. Elvan Hanım, kocası Mehmet bey onunla ne kadar konuşmuş, ne kadar nasihat etmişlerse de hepsi boşunaydı. Ahmet onları dinlemiyor, onları üzmeye devam ediyordu. Bu durum daha ne kadar devam edecekti böyle. Elvan hanım nerdeyse dert sahibi olmuştu. Ahmet günümüzde ki İstanbul gençliğinin en güzel bir örneğiydi. Elvan hanım camın kenarında onu beklerken yıllar öncesine dalıp gitmişti. Mehmet beyle evlenmelerini ve onun doğumunu hatırladı. Mehmet beyle evlendikten sonra bir zaman çocukları olmamıştı. Maddi durumları oldukça iyiydi. Çok mutluydular ama tek eksikleri bir çocuklarının olmayışıydı. Elvan hanım birkaç yıl tedavi gördükten sonra Ahmet dünyaya gelince dünyalar onların olmuştu sanki. Mehmet Bey daha o doğmadan neler neler vaat etmişti onun için. Yemeyecek, yedirecek, içmeyecek içirecek, en iyi okullarda okutup, çok büyük adam yapacaktı onu. Oğlu için hiçbir fedakarlıktan kaçmayacaktı. Hatta gerekirse özel hocalar tutacak, en iyi okullarda okuması için yurt dışına bile gönderecekti. Ve nitekim dediğini de yapmıştı. Ona ne bir sıkıntı, ne bir yokluk ve zorluk göstermeden büyütmüş ve okutmuştu. Ama bu serbestlik, bolluk ve rahatlık onun iyice şımarmasına ve sorumsuzluğuna sebep olmuştu. Okulda ki yaşantısının ve edindiği başıboş arkadaşları sayesinde iyice yoldan çıkmış, zamanla onlara isyan bayrağı açmıştı. Elvan hanım oğlunun düzelmesi için devamlı dua ediyor, kurbanlar keserek, fakirleri doyurmak için adaklarda bulunuyordu. Sonra derin derin içini çekti, gözlerinden iki damla yaş yanaklarına süzüldü. Daldığı derin düşüncelerden beyinin sesiyle uyandı.

-Ne oldu hanım yine iyice dalmışsın. Elvan hanım yine beyine yakalanmıştı. Üzgünce konuştu:

-Ne olacak aynı şeyler işte.

-Ahmet değil mi?

-Evet.

Mehmet beyde üzgündü. Yorgun bir halde koltuklardan birine oturdu. Zoraki konuştu:

-Yapma hanım bu kadar üzme kendini, ben sana kaç defa söyledim, ne desek ne söylesek biliyorsun artık kar etmiyor. Elvan hanım yine ağlamaklı olmuştu.

- Ama olur mu bey, o bizim oğlumuz, bizim canımız bizim her şeyimiz onu temelli boş bırakamayız ya, hem böyle ben her akşam pencere kenarında onu daha ne kadar bekleyeceğim.

-Evet, oğlumuz diye tekrarladı Mehmet Bey, ama yine söylüyorum ben ona her türlü imkânı sağladım, bir dediğini iki etmedim, okuttum adam ettim, fakat görüyorsun işte ne yaparsak yapalım fayda etmiyor Ne yapalım kendi düşen ağlamaz.

-Keşke etmeseydik, keşke her isteğini yapmasaydık diye inledi Elvan hanım. Keşke o fakir olsaydı, yoksul olsaydı da böyle olmasaydı. Mehmet Bey şimdi hem Elvan hanıma hem de oğluna üzülüyordu. Bir süre ikisi de konuşmadı. Mehmet Bey kalktı yatmak için odasına yürüdü. Tam çıkarken aklına gelmiş gibi konuştu.

-Benim aklıma bir şey geliyor Elvan Hanım, mesela onu bir yere göndersek, buradan bu ortamdan uzaklaştırsak nasıl olur. Elvan hanım şaşkındı, hiç böyle bir şey beklemiyordu,

-Nereye bey bir şey anlamadım.

-Nereye olacak hanım mesela askere. Oğlumuz değişik bir yere gider, o arkadaş çevresinden uzaklaşırsa ben onun adam olacağına inanıyorum. Çünkü ben oğlumun o çevresinde ki batık arkadaş gruplarından farklı bir yanı, farklı bir yapısı olduğuna inanıyorum. Sen bu fikrime ne dersin.

-Yeter ki adam olsun oğlum ben her şeye razıyım bey diye inledi Elvan Hanım.

Mehmet Bey o günden sonra oğlunun peşini bırakmadı. Bir kaç kez onun arkadaşlarıyla beraber gittikleri yerleri takip etti. Onu birden ürkütmemek için fazla üzerine gitmedi. Oğlunun aslında altın gibi bir kalbi vardı. Onun içinde ki cevheri ve merhamet duygusunu şimdiye kadar kimse fark edememişti. Ona devamlı bağırarak konuşmuş babalık duygusunun verdiği otoriter bir dünya kurmaya çalışmıştı. Bazı zamanlar sert olmasına rağmen çoğu kez onu serbest yetiştirmeye çalışmıştı. Oğlunun okul hayatı çok monoton geçmişti. İstanbul un lüks yaşantısı ve arkadaş çevresi onu çok etkiliyordu. İstanbul aslında birazda bazı mücevher gibi gençleri çarkında öğütüyor nice değerli gençler İstanbul un gizemli yaşantısında eriyip gidiyor, keşfedilmeden yok oluyorlardı. Mehmet Bey oğlunun böyle olmasına izin vermeyecekti. Ne olursa olsun oğlunun heder olmasını önleyecekti. Ahmet i karşısına alıp bir arkadaş gibi konuşmayı düşündü. Onu maddi durumları iyi olduğu için bir işe koyamazdı. Değişiklik olsun diye veya tecrübe kazansın diye yurt dışına göndermeye Elvan hanım razı olmazdı. İşlerin başına geçirse oğlu daha o olgunlukta da değildi. En iyisi onu askere göndermekti. Bu fikir aklına güzelce yatmıştı ama şimdi bütün mesele bu fikrini oğluna nasıl anlatacak, hepsinden önemlisi de bunu oğluna nasıl kabul ettirecekti. Bunun için günlerce düşündü. Sonunda onunla bunu doğrudan konuşmaya karar verdi. Birkaç defa konuşmasından sonra oğlu bu fikre şaşırmasına rağmen sonunda ikna oldu ve askere gitmeyi kabul etti. Zira Ahmet vatanını, milletini, bayrağını çok gerçekten çok seviyordu. Hatta bu askerlik fikrine içten içe sevindi bile. Hem bu batak çevreden uzaklaşmayı kendide çok istiyordu. Bir değişiklik onun için gerçekten çok iyi olacaktı. Hem de bu arada en önemli görevi olan vatan borcunu yerine getirecekti. Mehmet Bey oğlunu böyle kolayca razı ettiği için sevinçliydi. Onu askere gitmeye razı ettiğini Elvan hanıma söyleyince o önce şaşırmış sonra da:

-Olsun demişti, ben oğlumun hasretliğini çekerim ama hiç olmazsa kutsal görevini yapar o arkadaşlarından uzaklaşır, ana baba kıymetini ve hasretini öğrenir, açlığa susuzluğa alışır, sabretmesini öğrenir, hasretliğe sıkıntılara katlanmasını öğrenir, diyerek büyük bir sevinçle rıza göstermişti.

Ahmet şimdi çakı gibi bir asteğmen olmuş Rusya sınırında bir karakola komutan yardımcısı olarak kura çekmişti. Gideceği yer doğu Karadeniz in en doğusu Artvin in Gürcistan sınırında ki bir dağ karakoluydu. Dağıtım izni bitmiş birliğine hareket etmişti. Dağıtımı çok uzak bir yere çıktığı için Elvan Hanım bayağı üzülmüştü ama elinden gelecek bir şey yoktu. Onun çok uzaklara gitmesine dayanacak bu hasrete alışacaktı. Mehmet Bey de onun bu kadar uzak gitmesine üzülmüştü ama onun geleceği için bir taraftan da sevinmişti. Sevinçle üzüntüyü bir arada yaşamaya çalışıyordu.

Ahmet bindiği otobüste koltuğa başını dayamış yeni görev yerini ve yeni görevini düşünüyordu. Çok heyecanlıydı. Bu İstanbul dışına ikinci çıkışıydı. Daha önce bir defa sadece İzmir e gitmişti o kadar. Ama bu defa gideceği yerler memleketin en doğusu ve en uzak yöresiydi. Otobüs hareket etmiş İstanbul yavaş yavaş geride kalmıştı. O gideceği ve daha önce hiç görmediği yerleri görecek olmanın sevincini ve heyecanını yaşıyordu. Gidip göreceği yerlerin ne kadar güzel olduğunu bazı oralı komşularından ve arkadaşlarından devamlı dinlemiş hep oraları merak etmişti. Ama dinlemekle değil de gidip oraları yerinde görmek en güzeli olacaktı.

İki gün süren yolculuğu boyunca bilhassa Karadeniz bölgesi onu çok etkilemişti. Bir tarafta azgın dalgalarıyla köpüren, bazı yerlerde çarşaf gibi uyuyan bir Karadeniz, bir tarafta fındık bahçeleri, çay bahçeleri ve yükseklerde yemyeşil ormanlarla kaplı seyretmeye doyum olmayan Allahın yeşilin her tonun bahşettiği cennet gibi yerler. Yemyeşil yaylaların tepesinde ki karlı dağlardan kopup çağlayarak gelen derelerin süslediği köyler kasabalar şehirler. Ahmet yol boyunca çok az uyumuş bu tabiat harikası güzellikleri seyretmişti.

Artvin merkezde ki garnizona uğrayıp görev yerini tam olarak öğrendikten sonra yanına aldığı iki askerle beraber sınır karakoluna hareket etmişti. Arazi çok engebeli olmasına rağmen buraların ayrı bir özelliği ve güzelliği vardı. Her yer alabildiğine yeşildi. Hangi yöne baksan yeşilin başka bir güzelliğiyle karşılaşıyorsun. Burada çamlar köknarlara, köknarlar meşelere, meşeler cevizlere, cevizler çalılara, çalılar başka bir yeşilliğe karışıp gidiyordu. Ama bütün bu güzelliklerin yanında burada en zor olanı ulaşım zorluğuydu. İlçe yakınında ki merkez köyden sonra yol iyice daralıyor, uzuyor, yokuşlardan, derelerden tepelerden bayırlardan aştıktan sonra eski birkaç köy çıkmıştı karşılarına. O köyleri de geçtikten sonra karlı dumanlı dağlar görünmüştü. Heybetli yüksek ve yemyeşil ormanlarla kaplı ve onların arkasında da Rusya. Ahmet şimdi daha çok heyecanlanmıştı. Cipten indikten sonra saatlerden beri yaya yürümesine rağmen yorulduğunu hissetmiyordu bile. Şimdi tek isteği o karlı ve dumanlı tepelere ulaşıp karakola varmak ve Rusya’yı seyretmekti. Beraber geldikleri iki askerle beraber bir soğuk su başında mola verip dinlenmiş ve karınlarını doyurmuşlardı. İçtikleri su ne kadar soğuktu böyle. İç içebildiğin kadar, ne dokunuyor, ne şişkinlik yapıyor ne de rahatsız ediyordu. İçtikçe içesi geliyordu insanın. Ahmet dinlendikleri yerde bir yandan bunları düşünüyor bir yandan da İstanbul da ki günleri hayal ediyordu. Orada olsa belki iki adımlık yolu yaya yürümezdi ama burada saatlerden beri yaya yürümüştü. Epey yorulmuştu ama hiç şikâyetçi değildi. İstanbul a döndüğü zaman ailesine ve özellikle de arkadaşlarına anlatacağı çok şeyler olacaktı. Ama arkadaşları onun anlatacaklarına ne kadar inanırlardı bilemiyordu. Çünkü buraları anlatmak gerçekten çok zordu, en iyisi gelip buraları görmek gerekiyordu.

Ahmet buraya geleli iki ay olmuştu. Kendinden önce ki komutanın tayini çıkınca karakol komutanı olmuştu. Buraya geldiğinden beri pek bir şey yapmıyordu. Eğitim zaten pek yoktu. Karakolda emrinde bir astsubay, bir çavuş, bir onbaşı ve bir manga er vardı. Onlara belli bir görev bölümü yapmıştı. Hepsi karakolda bir işle meşgüldü. İki kişi karakolda nöbet tutuyor, ikisi temizlik yapıyor, ikisi sınır boyu devriyesine çıkıyor, ikisi yemek yapıyor, ikisi de yakındaki yaylaya gidiyor oradan süt yoğurt gibi yiyecek bir şeyler getiriyordu. Buranın doğal güzelliği ve değişik hayat Ahmet i bayağı etkilemişti. İstanbul’daki insan kalabalığının ve kirli havanın yerini burada ormanların ve yeşilliğin güzel kokusu alıyordu. Bazı günler karakolda vakit geçiriyor, bazı günler askerlerle devriyeye çıkıyor sınır boylarında geziyordu. Sınır boydan boya kilometrelerce uzuyor, bazı yerlerde dumanlı, bazı yerlerde ormanla, bazı yerlerde çiçeklerle, bazı yerlerde de aşılması zor kayalıklarla sürüp gidiyordu. İnsan burada temiz dağ, orman ve yeşilliğin havasını teneffüs etmeye doyamıyordu. Bazı günlerde yakında ki köyün yaylasına gidiyor askerlerle beraber yiyecek getiriyordu. Ne zaman yaylaya gitse orada ki vatandaşlar tarafından çok güzel karşılanıyor, sevgi ve saygı görüyordu. Anadolu insanı fakir ve cahildi ama gönülleri zengindi. Böyle bir saygı sevgi ve misafirperverlik hiçbir yerde görmemişti. Hele köyün muhtarı onun için bir canını vermediği kalıyordu. Muhtar askerliğini İstanbul da yaptığı için Ahmet i bir başka seviyor, sayıyordu. Ne zaman yaylaya gitse muhtar:

-Hoş geldin komutanım, buyurun eve gidelim, yemek yiyelim, soğuk ayran içelim dinlenin öyle gidersiniz diye ısrar ederdi. O da:

-Sağ olun muhtarım, hiç gerek yok biz zahmet vermeyelim, derse de muhtar:

-Kesinlikle olmaz eve gidip bir şeyler yemeden içmeden sizi bırakmam diye üstelerdi. Onlar evde yemek yerken veya sohbet ederken çocuklar ve özellikle de genç kızlar gelir onları büyük bir hayranlıkla uzaktan izlerlerdi. Muhtarın kızı Sevda da onlardan biriydi. Uzun servi gibi boyuyla beline inen saçlarıyla iri ve şehla gözleriyle edep ve terbiyesiyle sadece köyün değil belki de yörenin en güzel kızlarından biriydi. Ahmet onu birkaç defa eve girip çıkarken uzaktan görmüş fazla ilgilenmemişti. Sevda da o geldiği zaman terbiyesi gereği pek eve girip çıkmıyordu.

Günler aylar gelmiş geçmiş Ahmet in tezkeresi yaklaşmıştı. Ama o buraları gerçekten çok sevmişti. Sanki burada ki günlerinin hiç bitmesini istemiyordu. Çoğu düşünceleri değişmiş bazı şeylerin kıymetini şimdi daha iyi anlamıştı. İstanbul u, evini babasını ve özellikle annesini çok özlemişti. Onları dinlemediğini ve özellikle annesini çok üzdüğünü düşündükçe ne kadar hatalı olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu. Orada yaşadığı o başıboş sefil, sorumsuz yaşantısına daha çok acıyordu şimdi. Burada çok şeyleri öğrenmişti. Hayatı öğrenmişti. Yokluklarla mücadeleyi, açlığı, susuzluğu, sabırlı olmayı, hasreti, özlemi, kısacası insana verilen değeri öğrenmişti. Bir daha asla ailesini üzmemeye söz verdi. Onların kıymetini öğrenmişti. Yalnız bütün bunların yanında burada bırakamadığı tek kötü huyu kalmıştı, o da arada bir alkol almasıydı. Onu da aslında istemiyordu ama yanına gelen yakın bir karakolda ki arkadaşının zorlamasıyla oluyordu. Kaç defa içmek istemediğini söylese de arkadaşının ısrarını kıramıyordu.

Birkaç gün sonra Ahmet tezkere alıp buradan temelli ayrılacaktı. Yine aynı arkadaşı gelmiş güya Ahmet in tezkeresini kutlayacaklardı. İyice kafayı çektikten sonra yaylaya doğru hareket ettiler. Yol boyunca bağırıyorlar, çağırıyorlar, yuvarlanıyorlar, yerlere yatıyor kalkıyor sözde eğleniyorlardı. Yaylanın göründüğü son tepeye varmışlardı. Ormanlık biraz azalmıştı. Sevda o gün kardeşi evde olmadığı için kuzuları otlatmaya dışarı çıkmıştı. Bu arada kuzunun birisi ormanın içine daldığı için o da peşinden koşmuştu. Daha ne olduğunu anlamadan birdenbire bir bağırma ve çağırma sesleriyle beraber onların karşısında bulmuştu kendini. Bu öyle ani olmuştu ki bir tarafa saklanmaya veya sığınmaya zaman bile bulamamıştı. Şaşkınlıktan bir an ne yapacağını bilemedi, en kötüsü de onların sarhoş olduğunu anlamıştı. Aman Allah’ım ben şimdi ne yapacağım diye çırpındı. Ahmet arkada arkadaşı önde üstüne üstüne geliyorlardı. Özellikle arkadaşı alkolün tesiriyle kendinden geçmiş bir aç kurt gibi Sevda ya saldırmaya hazırlanıyordu. Sevda biran artık her şeyin bittiğini başının döndüğünü ve dünyasının karardığını hissetti. Adam ona iyice yaklaşmış onun kolundan tutmuş kendine doğru çekmeye çalışıyordu. Sevda son bir güçle Allah’ım sen beni kurtar diye inleyerek kolunu kurtarmış adamı şiddetle bayırdan aşağı doğru itmişti. Alkolün tesiriyle zaten ayakta bile zor duran adam bayırdan aşağı yuvarlanmış çukur bir yerde sızıp kalmıştı. Şimdi Ahmet üstüne doğru geliyordu. Belki başka bir zaman olsaydı böyle bir kötülüğü asla yapmazdı ama alkolün tesiriyle tam olarak kendini kontrol edemiyordu. Ne de olsa erkekti ve şeytana uyabiliyordu. Sonra yetiştiği İstanbul hayatı da böyle olaylarla doluydu ve biraz da normal karşılanıyordu. Ahmet sırıtarak Sevda ya doğru yaklaştı. Bir an göz göze geldiler. Ahmet onun ne kadar güzel olduğunu şimdi daha güzel anlayabiliyordu. Anadolu insanının ruh güzelliğinin dışına ve yüzüne vurduğunu ve bu güzelliğin ne kadar masum temiz ve pak olduğunu günahsız olduğunu görüyordu. Sevda ise onunla bu şekilde bir vedaya maruz kaldığı için kadere lanet ediyordu. Oysa önce ki halini düşününce belki hayatının prensini bulduğunu düşünmüş içten içe ona hayranlık bile duymuştu. Ahmet hala tam olarak kendine gelememiş onun kolundan tutmuş ileri geri çekiştiriyordu. Sevda nın artık dayanacak gücü kalmamıştı. Son bir gayretle ağlayarak:

-Sen Ahmet komutan diye gürledi, sen nasıl insansın, sen de hiç mi Allah korkusu kalmadı evimize geldin, ekmeğimizi yedin, suyumuzu içtin şimdi nankör gibi bize böyle mi teşekkür ediyorsun. Durdu biraz nefeslendi, -yazıklar olsun sana diye devam etti, sen şerefli bir TÜRK askerisin, bu güzel üniformayı giymişsin, gelmişsin Peygamber ocağına vatan borcu namus borcu diye Kuran a el basıp yemin ederek askerlik yapıyorsun ama düşmandan önce siz bizim namusumuza göz koymuşsunuz, oysaki biz siz sınırları bekliyorsunuz ve bizi düşmandan koruyorsunuz diye evlerimizde rahat uyuyorduk. Ama mademki bu kadar gözün dönmüş, adileşmişsin senden bir şey istiyorum: Ne olur çek silahını önce beni öldür ondan sonra ne yaparsan yap. Çünkü ben böyle bir lekeyle yaşayamam. Şimdi Ahmet geri çekilmiş Sevda onun üstüne üstüne gidiyordu. Kendine biraz cesareti gelmişti. Bu defa daha gür bir sesle-Haydi cesaretin varsa vur beni diye tekrarladı. Bu sözler Ahmet in merhamet duygularının kabarmasına ve biraz kendine gelmesine yardımcı olmuştu. Aklı biraz başına gelmiş tutan elleri gevşemiş yana düşmüştü. Bir anda bütün dünyası kararmış başı dönmeye başlamıştı. Dağlar ormanlar ağaçlar sanki üzerine gelmeye başlamıştı. Diz üstü çökmüş ağlıyordu. Sevdanın o sözleri onca yıldır okulda okuduğu kitaplarda, İstanbul daki yaşantısında ve zengin çevresinde bulamadığı insanlığını hatırlatmıştı. Basit bir köylü kızı ona insanlığın ne olduğunu göstermiş ona iyi bir insanlık dersi vermişti. Çöktüğü yerde uzun bir süre ağladı, ağladı. Sonra iyice kendine geldikten sonra doğrulup aşağıda yatan arkadaşını yanına gitti. O hala kendine gelememişti. İğrenerek baktı ona:

-Senin yüzünden az kalsın hayatımın en büyük hatasını yapacaktım diyerek ona bir tekme savurdu. Sonra da onu sırtlayıp karakolun yolunu tuttu.

Şimdi Rusya sınırında ki o köyden allı duvaklı al yazmalı bir gelin İstanbul a gitmeye hazırlanıyordu. O dramatik olaydan ne Ahmet ne de Sevda hiç kimseye bahsetmemişlerdi. Her karanlığın sonunda bir aydınlığın olduğu gibi her acı olayın arkasında da böyle hayırlı şeyler olabiliyordu. Ahmet iki defa babasını Sevda yı istemeye göndermiş ama o ancak üçüncüde razı olabilmişti.

Elvan hanım yine saatlerden beri pencerenin kenarındaydı. Ama bu defa üzgün değil heyecanlıydı. Çünkü bu defa Ahmet i değil onu “Adam gibi Adam” eden biricik gelini Sevdayı kucaklamak için bekliyordu.

Ocak 2000-BLK.