LAİKLİKTEN SAPMALAR İKTİSADİ DENGELERİ BOZAR
İster piyasa ekonomisi ister planlı ekonomi olsun, ulusal ekonominin yani ülke ekonomisinin doğru ve sağlıklı biçimde yönetilerek gelişmesi altı temel makroekonomik dengenin kurulması, iyileştirilmesi ve sürdürülebilirliğiyle mümkündür. Bu temel makroekonomik dengeler şunlardır:
Birincisi; Arz ve talep, İkinci olarak; tasarruf ve yatırım, Üçüncüsü; dış ticaret ve ödemeler dengesi, Dördüncü; işgücü ve istihdam, Beşinci olarak; gelir dağılımı, Altıncı ve sonuncusu ise; enflasyon, kur ve faiz politikalarıdır.
Bunların birbirleriyle ilişkisi, ayrılmaz bütünlüğü, ekonomiye ilişkin ders kitaplarında ayrıntısıyla anlatılmış, detaylarıyla açıklanmıştır. Bu türden kitapların hiçbirinde ‘NAS’ ile ilgili hiçbir referans yoktur. Ekonomiyi yönetenlerin bunları iyi bilmesi şarttır, temel koşuldur. Küreselleşmeyle birlikte iyice yozlaşan daha doğrusu yozlaştırılarak erozyona uğratılan serbest piyasa ekonomisi modelinin “olmazsa olmazı kar maksimizasyonu” nedeniyle ekonomiyi yöneten iktidardaki siyasilerin genel tercihleri, bu altı temel makro denge yönünde değil, kendilerine destek ve yön veren sermaye sınıfının çıkarları ve istekleri doğrultusunda olmuştur. Türkiye’de bu olguya özellikle son 20 yılda bir de siyasal İslam’ın popülist pratikte geçerli olan algısal boyutlu doktrini yani genel anlayışı eklenerek sömürü düzeninin yönetimi daha da kolaylaştırılmıştır. Bu olumsuz durumun sebepleri üzerine kafa yoranlar şunları söylemekte daha doğrusu savunmaktadır. Şu anda Türkiye’de fiili olarak süregelen, sürdürülen bu kaotik düzen demokratik yolla değişebilir, değiştirilebilir mi? Bu konuda iyimser olabilmek ne yazık ki epeyce güçtür. 1960’lı yılların ikinci yarısında başlayan, 12 Mart 1971’de önü kesilmesine rağmen Bülent Ecevit önderliğinde tekrar canlanan sınıf bilinci anlayışı, 12 Eylül 1980 darbesiyle epeyce felce uğratılmıştır. Türkiye, Turgut Özal’la birlikte siyasal İslam’ın temellerinin atıldığı bir ülkeye dönüştürülmeye başlanmıştır. Yirmi yıldır iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi, siyasal İslam’ı özellikle 2007’den sonraki süreçte daha da fazla öne çıkarmış, temel ekonomik dengeleri temelinden altüst etmiştir. Yirmi yıl boyunca “milletin desteğini” alarak iktidarda olmak ve de kalmak hiçte kolay değildir. Bunda, toplumun Osmanlı döneminden gelen, yerleşmiş, pekişmiş durumda olan başta ‘kadercilik ve kulluk’ şeklinde ifade edilen ‘yaşam felsefesi’ etkilidir. 1950’den sonra ‘Demokrat Parti’ ile başlayan ve sonraki iktidarların toplumun zaaflarından faydalanarak dini siyasete alet etmelerinin de etkisi epeyce büyüktür. O nedenle AK Parti, ekilmiş tarlanın mahsulünü biçmiştir, halen biçmeye devam etmektedir. Bunca olumsuzluğa zorluğa rağmen, seçmenin dörtte birlik kesimi, yani yüzde 24-25’lik bölümü AK Parti’yi, yüzde 41-42’si AK Parti’nin genel başkanı Erdoğan’ı desteklemeyi sürdürmektedir. Bu tablodan çıkan ‘DURUM’ çok doğru anlaşılması, incelenmesi ve irdelenmesi gereken bir durum, bana göre paradokstur. Sorunun özünde ise bana göre muhafazakar seçmeni ürkütmemek için başta CHP Genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere hiçbir muhalefet liderinin dile getirmediği, getiremediği “Türkiye Cumhuriyeti’nin her geçen gün laiklikten dolayısıyla demokratik yaşamdan kopuşu” sorunsalı daha doğru bir söylemle meselesi vardır. Çok şükür ki, benim seçmenin herhangi bir kesimini ürkütmek veya korkutmak gibi bir derdim yokta o yüzden bu yalın ve katıksız gerçekleri korkusuzca dile getirebiliyorum..
Yorum yapın