KADINA ŞİDDET VE AİLE
Bugün 8 Mart kadınlar günü.
Dünyada olduğu gibi ülkemizde de son yıllarda gündeme gelen ve ne yazık ki artarak devam eden kadına ve çocuğa şiddet olayları giderek daha artmakta ve çoğalmaktadır. Bizi biz yapan en önemli değerlerimizden olan aile yapımız, her geçen gün biraz daha çatırdamaya ve parçalanmaya doğru gitmektedir. Alınan onca tedbire, caydırıcı ceza ve polis kontrolüne rağmen kadına ve çocuğa şiddet, cinsel suçların ve cinayetlerin önüne bir türlü geçilemiyor. İnsan onuruna ve yaratılışına yakışmayan davranışların en başında şiddet gelmektedir. Fiziksel güç üstünlüğü kullanılarak erkeğin kendinden güçsüz kadına, kadının kendinden güçsüz çocuğa ve çocuğunda kendinden güçsüz hayvana şiddet uygulaması son derece onursuz ve çirkin bir davranıştır.
İslamiyetten önceki dönemlerde kadına hiç değer verilmez, kadın bir meta gibi alınır satılır ve köle gibi kullanılırdı. Kız çocukları diri diri toprağa gömülür hayat hakkı tanınmazdı. Yüce dinimiz İslamiyet kadına en büyük değeri vererek, kadını yüceltmiş ve –Cennet anaların ayakları altındadır- diyerek onu onurlandırmıştır. Son iki asırdan beri modernleşme ve batılılaşma adına toplumumuz büyük değişiklilere uğrayarak birçok milli değerlerimiz dejenere edilmiş, milletimiz asrileşme uğruna birçok kıymetli kültürel değerlerini kaybetmiş, tuhaf bir toplum haline gelmiş durumdayız. Bütün bu kaybettiğimiz değerleri geri alamadığımız gibi tam olarak da batılı olamayıp kendi kendisine yabancı çarpık bir toplum haline geldik. Bundan zarar gören de en büyük değerimiz olan aile müessesi olmuştur. Eskiden büyük olan ve bir arada yaşayan kalabalık aileler zamanla parçalanarak şimdi sadece karı kocadan oluşan iki kişilik aileler oluşmaya başladı. Ne yazık ki şimdi iki kişilik aileler bile a geçinemeyip, beraber yaşamaya tahammül edemeyip, sıkıntılara ve birbirlerine sabredemeyip, kavgalar, gürültüler ve boşanmalar sıradan basit olaylar haline geldi. Sonra da arkasından gelen kavgalar ve cinayetler her geçen gün daha da artmaya başladı. Sadece
2018 yılında ülkemizde 440 kadın öldürüldü.
317 kadın ve 1217 çocuk cinsel istismara uğradı.
26 çocuk yaşamını yitirdi. Bu sayılar diğer yıllarda daha da artarak devam etti ve halen de devam ediyor
Bu rakamlar gerçekten çok acı ve ülkemiz, insanımız adına utanç verici bir şey. Bu vahşeti işleyenlerde ne yazık ki en yakınımız yani kadınlarımızın kendi kocaları. İnternetten bulunan ve birbirlerini iyi tanımadan yapılan yanlış evliliklerin sonucu, buraya kadar varıyor. Gençlerimiz daha aile kavramını bilemeden, bu bilince varmadan internetten buldukları, huyunu suyunu bilmedikleri kişilerle evleniyor sonra da sanki bir çocuk oyuncağı gibi birbirlerine sabretmeyip boşanıyor, çeşitli kavga, gürültü ve ondan sonrası cinsel istimara hatta cinayete kadar gidebiliyor. Göstermelik korumalar, evden uzaklaştırmalar, polisiye tedbirler ve onca cezalara rağmen cinayetlerin bir türlü önüne geçilemiyor. Hangi kanun çıkarsa çıksın, hangi ceza verilirse verilsin zaten göstermelik olmaktan öteye geçmiyor ve caydırıcı bir etkisi de yok. Adam karısını sokakta çocuklarının gözü önünde öldürüyor, kısa bir süre hapis yattıktan sonra çıkıyor. Zaten herkesin başına bir poliste dikmek mümkün olmadığına göre, bunun önlemenin en iyi yolu yine de eğitimden geçiyor. Daha ileri ve katı ceza olarak belki idam cezası da düşünülebilir.
Aile yapımızın ve gençlerimizin evlilik konusundaki yaptığı yanlışlığı biraz daha psikolojik olarak incelediğimizde ve derinine girince, evliliğimizi ve bilhassa gençlerimizin bu kadar kolay boşanmalarının asıl sebebi ahlaki zaaflarımız. İkinci olarak ta evliliğe karşı dayanıksız ve sabırsız olmamız. Aslında yalnız evliliğe değil dostluğa, sadakate, paylaşmaya, insan yükü çekmeye ve sıkıntılara dayanaksız ve sabırsız olmamız. Bu nedenledir ki sadece evliliklerimiz değil, dostluklarımız da kalıcı olmuyor. Bedeni ve tensel hazzı, aşka, dostluğa, arkadaşlığa ve vefaya tercih eden bir nesil var artık. Günümüz insanı ve bilhassa gençlerimiz teknolojinin bombardımanı altındadır. Teknolojik gelişmeler, köylerin terk edilmesi, şehirleşme diyerek üretenden çok tüketen bir toplum olduk. Hayatımızda her şeyi çok çabuk tüketiyoruz. Stresimizi ruhsal doyumsuzluğumuzu tüketerek örtmeye çalışıyoruz. Bilhassa bireyselleşmenin çoğaldığı aile bağlarının, dostluk ve komşuluk ilişkilerinin azaldığı zamanımızda devamlı tüketici olmak mutlu eder oldu bizi. İhtiyacımız olsun olmasın alışveriş yaparak ihtiyacımızdan fazla yemek, içmek, giyinmek daha mutlu ediyor bizi. Aileler parçalanıyor nine, dede, anne ve baba ile aynı çatı altında yaşamak istemeyen, aynı evi paylaşmayan gençler, bir süre sonra iki kişi olarak, yani eş olarak bile aynı hayatı ve evi paylaşamıyor. Kentsel büyüme sıkıntılarımızın büyümesine sebep oluyor. Geleneksel komşuluk ilişkilerinin bitmesi ve apartman hayatı insanlığı yalnızlığa itiyor. Şehir yaşantısı, trafik, kalabalık, koşuşturma ve günlük stres kadın erkek ayırmadan insanı tüketiyor. Her geçen gün kentte yaşayan insan sayısı daha da artıyor. Dolayısıyla kent insanı daha çok ruhsal problem yaşıyor, daha çok boşanıyor, daha çok evlilikten kaçıyor.
Her şeye ve her ihtiyacımıza çok çabuk ulaşabiliyoruz. Bazı kutsal değerlerimiz çok çabuk ve kolayca yıkılıyor. Ailemiz ve evliliklerimizden bunların en dayanaksız ve güçsüz olanı. Her şeyden çok çabuk bıkar olduk. Acıyı, sevgiyi, kokuyu, rengi ve güzel duyguları ve aşkı hissedemez olduk. Evlilik her şeyden önce bir sabır, sevgi, vefa sanatıdır. Eskiden babalar evlendirdikleri kızlarını evden çıkarırken onlara verdiği en büyük nasihat –Kızım sen bu evden beyaz gelinliğinle çıkıyorsun, kocanın evinden de beyaz kefeninle çıkacaksın diyerek onlara evliliğin ne kadar büyük bir müessese ve kutsal bir şey olduğunu anlatırlardı.
Oysa şimdiki gençler için evlilik özgürlüğün önündeki en büyük engel olarak düşünülüyor. Parmağına taktıkları evlilik yüzüğü iki insanın kendilerini bir ömür boyu çıktıkları kutsal bir yolculuk değil, boyunlarına geçen bir eziyet ve kölelik zinciri gibi görüyorlar. Fazla haksızda sayılmazlar. Günümüzde nikâhsız yaşayanların, evlenip kısa süre sonra boşanan aktörlerin model olarak sunulduğu bir medyamız, saçma sapan evlilik dışı yaşantıların normalmiş gibi yayınlandığı TV dizileri ve açık saçık yayınların gençlerin dünyasını boyadığı bir basınımız var. Oysa gençlere anlatmamız gereken evliliğin kutsal bir müessese olduğu ve insan hayatının en önemli yerinin sıcak bir aile yuvasında yer aldığını kabul ettirmemiz gerekiyor.
Aslında yalnızca aileyi değil kutsal insanı da yabancılaştırdık. Oysaki kutsal insan ancak başka bir varlığa veya eşe canlıya değdiğinde onunla aşkını, derdini paylaştığında sohbet edip dertleşip, bir arada yaşadığında insanlığını hatırlayabilir. Yemeden yedirmeyi, içmeden içmeyi, almadan vermeyi, sevilmeden önce sevmeyi, görülmeden önce görmeyi bilen yalnız insandır. Unutmamak gerekir ki –vermesini bilen insanın yüzünde her zaman Yüce Yaratıcının cemali vardır. Oysaki zamanınız insanı fedakârlık denen kavramın o kadar uzağında kaldı ki adeta kendini unuttu. Artan teknolojiyle beraber özellikle son 30-40 yılda çok büyük değişime uğradık. Nüfus arttı, okuryazarlık arttı, yaşlanma süremiz arttı, ihtiyaçlarımız arttı, üretim kapasitemiz arttı, ama ne yazık ki sağlığımız huzurumuz kalmadı ve ailemizin, özellikle de evlilik duvarlarımızın güvenlik sinyali yıkıldı, tehlike alarm vermeye başladı.
Gençlerimiz aslında yalnızca evliliğe karşı ön yargılı değiller. Onları asıl iten bağlanmak. Bağlı kalmak. Bağlanmaktan uzun süre bağımlı kalmaktan, otoriteden, sabitlikten korkuyorlar. Gençler artık sadece 30 yaşın altında sıradan insanlar değil, kredi kartları, cep telefonları, bilgisayarları, sosyal medya hesapları ile donatılmış durumdalar. Bunlara olan bağlılık diğer bağlılıkların ve özelliklede aileye ve eşe olan bağlılığın önüne geçebiliyor.
Son olarak diyeceğimiz şudur: Ailelerin yıkılmasının evliliklerin bitmemesinin ve özellikle de kadına şiddetin önüne geçilmesinin en doğru yolu toplumsal bir öze dönüşle mümkündür. Bireylerin toplumsal rollerinin değiştirilmeye zorlanmayacağı, kadınların ahlaki ve cinsel şiddete uğratılmayacağı, dini ve ahlaki değerlerin öğretilip tatbik edildiği, merhamet ve acıma duygusunun benimsendiği bir ortam oluşturulsa eğer, kimse kendinden güçsüz olanı dışlamaz, ona ayrımcılık yapmaz, ona şiddet uygulamaz. Şunu hiçbir zaman unutmayalım ki bizler kadınlardan her türlü yükün ve meşakkatin üstesinden gelen ve onu –evin kraliçesi ve direği- olarak gören bir dinin ve o dinin vecibeleriyle yoğrulmuş bir medeniyetin mensuplarıyız. Bizler eski şanlı ecdadımız gibi erkek, kadınlarımızda eski hanımefendi gibi kadın olurda yani eski özümüze dönersek ne toplumsal cinsiyetçilik, ne boşanmalar, ne ayrımcılık ve ne de zayıf olana ve özelliklede kadına şiddet hiçbiri kalmaz. Sağlık ve esenlik dileklerimle.
Em.Sağ.Yazar .Aslan TORUN
Yorum yapın