İRANLI KADINLARIN DEVRİM HAREKETİ

Tahran’da yaklaşık 4 ay önce 22 yaşındaki Mahsa Amini’nin molla rejiminin belirlediği kurallara göre giyinmediği, saçı açık olduğu için ‘ahlak polisi’ tarafından gözaltına alınması ve 16 Eylül günü gözaltında iken öldürülmesiyle başlayan olaylar, geçen hafta itibarıyla ahlak polisinin lağvedilmesiyle sonuçlandı. Üç ayı aşkın süredir giderek yükselen protesto eylemlerinde ölenlerin sayısına ilişkin tam olarak net ve kesin bilgiler yok ama yapılan tahminler ve bağımsız kaynakların edindiği bilgilere göre 500 ila 600 civarı ölen, öldürülen olduğu şeklindedir. İranlı kadınların saç telinin gözüküp gözükmemesi üzerine odaklaşan özgürlük arayışı rejimin kaderini belirleyen bir süreci kadar gelinmesini ateşlemiş oldu. İran’da bu süreç içerisinde zaman zaman yükselen rejimin protesto edilmesi biçimindeki eylemler kanlı sokak çatışmalarına dönüşse de büyük ölçüde sonunda bastırılmış, rejim deyim yerindeyse küçük sıyrıklarla yoluna devam edebilmiş görünmektedir. En azından şimdilik! Ancak bu kez devamı nasıl gelirse gelsin, kadınların başörtüsüz dolaşabilmeleri ilişkin bir kazanım elde edilmiş görünmektedir. Binlerce kişiyi idam etmekle tehdit etmeleri, birkaç idam kararını uygulamak amacıyla büyük kentlerde meydanlarda tıpkı 1980’lerde olduğu gibi darağaçları kurup yeniden ülkede büyük bir korku iklimi yaratmaya yönelik despotik denemeler yapmaları pek işe yaramamış görünmektedir. İran’da yaşananlar ve bugün itibarıyla gelinen nokta, tam anlamıyla bir kadın devrimidir. Kim ne derse desin!..

Aslına bakarsanız, İran’ın Ayetullah Humeyni ile yaşadığı ‘İslam Devrimi’ süreci, büyük ve önemli derslerle doludur. 1979’da devrilen Şah rejimine karşı sürdürülen toplumsal mücadelenin başını o dönemin diliyle “İslam devrimcileri” çekiyordu. O İslam Devrimcilerinin de önemli bir kesimini kadınlar ve gençler oluşturuyordu. Bu büyük hareketin içinde komünistler, sosyalistler, sosyal demokratlar, liberaller başta olmak üzere demokratik bir rejim isteyen bütün kesimler kadın çoğunluğuyla mevcuttu. Bir süre sürgün olarak Bursa’da yaşadıktan sonra Fransa’ya yerleşen Humeyni, o dönemin en ileri iletişim aracı olan video kasetleri ile İran’daki milyonlara ulaşmayı başardı. İran İslam devrimi bu yanıyla o dönemin “ilk dijital devrimi” olarak kabul edilir. İran Şahı Rıza Pehlevi’nin devrilmesinden sonra devrimi gerçekleştiren bütün taraflar ortak bir Cumhuriyet rejimi kurulacağını, burada her kesimin kendisine yer bulacağını düşündüler. Ancak Humeyni onlarla aynı düşüncede değildi. Devrimin tek rengi vardı: İslam devleti! Bu İslam devleti, Humeyni’nin tarif ettiği Şii İslam Cumhuriyeti devlet modeliydi. Perslerden bu yana 2500 yıllık devlet geleneği olan İran’da Humeyni’nin dışındaki kesimler, deyim yerindeyse erken uyanmaya başlayan kesimler, 1980’in ortasından itibaren bu kez muhalif bir hareket olarak yeniden hareketlendiler. Özellikle üniversitelerde büyük tartışmalar ve ardından çatışmalar başladı. Humeyni’nin bu muhalif hareketlere karşı yanıtı şu oldu: ‘Bütün üniversiteler iki yıl kapatılmıştır!’ Böylece İran derin bir karanlığa gömülürken bu kez sıra kadınlara gelmişti. Kadınlara yönelik ilk karar şu oldu: Kamusal alanlarda ve mekanlarda yani devlet dairelerinde çalışan kadınlara örtünmek, çarşaf giymek zorunlu hale getirilmiştir. Kadınlar Şahın devrilmesinden sonra özel yaşamlarına, kılık kıyafetlerine hiç karışılmayacağını düşünüyorlardı ama yanılıyorlardı. Bu tesettür kararının alınmasını protesto eden İranlı kadınlar 1981’in başlarında yaklaşık 50 bin kişiyle Tahran’a doğru büyük bir yürüyüş gerçekleştirdi. Bunun üzerine Humeyni rejimi kadınlar açısından daha büyük darbe getiren bir karar daha aldı. Rejimin ikinci yılında yani 1981’de sadece devlet dairelerinde değil, tüm İran’da kadınların evlerinden dışarı başı açık çarşafsız çıkmalarını, dolaşmalarını yasakladı. O günlerde de bu yasaklara karşı çıkanlar oldu kadınların o zamanlar gösterdikleri tepkiler hem cılız kaldı hem de yeni başlayan Irak savaşı nedeniyle toplumsal tabanda destek bulamadı. Ancak bu seferde Humeyni rejiminin yanıtı yine çok sert oldu. Başı açık sokağa çıkan kadınlar kocalarının yanından Ahlak Polisi tarafından zorla alınıp meydanlarda kırbaçlanarak cezalandırıldı. O yıllarda Humeyni rejiminden kaçanların ilk sığındığı yer Türkiye idi. 1980’li yıllar boyunca Türkiye’nin başlıca sosyal gündem konularından biri de buydu. Çünkü sadece rejimden kaçanlar değil, rejime karşı daha örgütlü mücadele etmek isteyenler de Türkiye’ye kaçıp geliyordu.  Despot Humeyni rejimi unsurları da rejim karşıtlarını nerede olursa olsun ortadan kaldırma kararı aldı. Türkiye’de 1980’li yıllar boyunca hatta doksanlı yılların ortalarına kadar bu hedefe dayalı çoğu da faili meçhul kalan siyasi cinayetler işlendi. Doksanlı yıllarda sanırım, 1993 veya 94 yılı olsa gerek bir gazetede yayımlanan sürmanşet haberde İran’dan Türkiye’ye kaçıp sığınanlardan Tebrizli bir doktorun, el yazısı ile kaleme aldığı dört buçuk sayfalık mektubunda, idama mahkûm edilen kadınların bakire olması durumunda onlara Ahlak Polisi tarafından önce tecavüz edildiğini sonra öldürüldüğünü yazıyordu. Bunun nedeninin ise kadının bakire olarak idam edilip öldürüldüğünde direkt cennete gideceğine inanıldığını ancak bakire değilse cehenneme gideceğine inanıldığı anlatılıyordu. Sözün özü şudur aslında; İranlı kadınlar 42 yıllık mücadelenin sonunda saç telleriyle örülü gerçek bir devrimin ateşini canları, kanlarıyla bedel ödeyerek büyük bir mücadele süreciyle yakmış oldular. Bundan sonra ne mi olur? Şimdiden kestirmek bilmek çok zor ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim; Her devrim, hem o yapılan devrime hem de devrimcilerine her ne şart altında olursa olsun sahip çıkmayı, korumayı ve savunmayı gerektirir!.