Gerçekten de gazetecilik, 'gerçekten gazeteci olan için' çok zor zanaattır!..

Yakın zamanda ve ondan önce geçen yıl yine yazıp anlatmıştım ama bir kez daha ‘gazeteciliğin ne zor zanaat olduğunu’ bir kez daha hemen açıklayayım. Aradan 37-38 yıla yakın bir süre geçmesine karşın gayet iyi anımsıyorum. 1980’li yılların ortasıydı, galiba 1985 veya 1986 yılıydı. O zaman ki kamuoyunun iyi tanıdığı ‘sol görüşlü’ olarak bilinen bir gazeteci ve yazar, kendisiyle gerçekleştirilen söyleşilerin birinde, 12 Eylül 1980 darbesi öncesinin kutuplaşmış ve keskin çizgilerle cepheleşmiş, kaos dolu siyasal ortamında ‘gerçekten gazetecilik’ yapmanın çok zor bir zanaat olduğunu anlatıyordu.  İtiraf eder gibi, belki de günah çıkarırcasına şöyle bir cümle kurmuştu; “Bizimkiler ( sol kesimi kast ediyordu) o zamanlar tarafsız gazetecilik, herkesin okuyacağı gazete istemiyorlardı, açıkçası. Onların istediği davalarına sorgusuz sualsiz hizmet eden, karşı tarafı açıkça hedef alan bir mücadele bülteniydi, aslında. Aşırı biçimde kutuplaşarak siyasal cephelere bölünmüş toplumlarda böylesi durumlar maalesef kaçınılmazdır!..”

Geçenlerde ise muhafazakar kesime yakınlığıyla tanınan ve kendisi de öyle bilinen bir gazeteci-yazarın İnternet sitelerinin birinde yayımlanan makalesinde şu çarpıcı ve ilginç ifadeleri gözüme çarptı; “Bizim muhafazakarlar artık gerçek manasıyla bizlerden gazetecilik yapmamızı, gerçekten herkesin okuyacağı bir gazete çıkartmamızı istemiyorlar. Onların istediği tam olarak gayet yanlı ve üstelik bazen de yanıltıcı yani taraflı davaya adanmış bir mücadele bültenidir.” O muhafazakar gazeteci-yazar bu duruma gerekçe olarak da şunu ifade ediyordu; “Aşırı kutuplaşmış toplumlarda hakikaten gazetecilik yapmak çok zor bir zanaattır, vesselam! Çünkü kutuplaşmış toplumlarda, kutuplardan her biri sadece bir diğerini zayıflatacak gerçeklerle ve 'kuşkularla ilgilidir. Bizim tarafın canını sıkma eğilimi taşıyan gerçekler ya da kuşkular asla bilinmemeli ve yaygınlaşmamalıdır. Kol kırılsa bile yen içinde kalmalıdır. Eğer gazeteciler kendilerini bu toplumsal ruh halinin yarattığı akıntıya bırakırlar, akıntıya karşı koyma cesaretini gösteremezler ise o zaman yaptıkları iş gazetecilik değil, resmen militanlık, ürettikleri şey ise gazete değil gerçekten mücadele bülteni olacaktır!..”

Yine gayet net anımsıyorum, 2011 yılının ocak ayında, kısa adı İCFJ olan ABD merkezli uluslararası gazetecilik kuruluşu, İstanbul'da ‘Gazetecilikte Zorluklar ve Fırsatlar’ başlıklı üç günlük bir atölye çalışması düzenlemişti. Bu atölye çalışmasına o zaman ben de davetliydim ama o zaman maalesef gidemedim ve dolayısıyla o toplantıya katılamadım. Aradan yaklaşık iki, üç ay geçti, o çalışmanın metinleri, bir dosya halinde postayla bana gönderildi. Geçenlerde epeyce tozlanmış mesleki kişisel arşivimde başka bir şeyler ararken İCFJ’ in o dosyası gözüme çarptı. O dosyadaki metinlerin ilki ‘Gazetecilikte Etik Neden Önemlidir’ başlığını taşıyordu ve ilk cümlesi şöyleydi: “Okurları ve izleyicileri, bir öyküyü veya haberi, ya da makaleyi tek taraflı anlattığımıza ya da yanlış anlattığımıza inanmalarından daha fazla öfkelendiren hiçbir şey yoktur!..”

Böyle durumlarda okurların gazetecilere mutlaka tepki gösterdiği ve hesap sorduğu da anımsatılıyor, gazetecilerin bu türden tepkilere karşı karşıya kalmamaları için uymaları gereken etik ilkeler ve kurallar sıralanıyordu. Titiz bir atölye çalışmasıyla hazırlanan o metinleri okudukça çoğu Amerikalı ve Avrupalı olan gazetecilerin, açıkçası, kendi kamuoylarının her durumda ‘iyi gazetecilik’ istediğine ve bunu yapmayan gazetecilerin cezalandırdığına ilişkin varsayımlarını anlamasına anladım ama bir yandan da, tüm bunları hayli naif bulduğumu, yani olayları ya da her türden gelişmeleri, fazlasıyla olumluluk ve olgunlukla karşıladıklarını düşünmekten kendimi bir türlü alamadım…

Çünkü kamuoyunun ‘iyi gazetecilik’ istediğine dair bir varsayımı sorgulamak, aynı kamuoyunun iyi ve kalitesi yüksek bir yaşam sürmeyi arzuladığı varsayımını sorgulamak gibi bir şeydi Amerikalı gazetecilerin gözünde, diye düşündüm. Bu durumda onlar açısından ‘akıl dışı’ ya da en azından olağan dışı görünüyordu, herhalde!..

Öte yandan ise onları, ‘naif’ de yani sade, deneyimsiz, saf ve masum buluyordum, çünkü varsayımlarını genelleştirirken, bizimki türünden aşırı kutuplaşmış toplumları göz ardı ettiklerinin asla farkında değillerdi. ‘Türkiye’de eğer gerçekten gazetecilik etiğini tartışacaksak, işin bu yanını da mutlaka tartışmamız gerektiğini düşünüyorum. Gazetecilik etiğinin evrensel algılanışından ziyade Türkiye’deki algılanışından ve özel durumunu irdelemek gerekiyor. Çünkü Türkiye’de kamuoyu, ne yazık ki gazetecileri gazetecilik etiğine bağlı kalmada cesaretlendirecek bir rol oynamıyor. Okurları ve izleyicileri, bir öyküyü, haberi veya makaleyi tek taraflı kaleme alarak anlattığınıza ya da yanlış anlaşıldığına inanmalarından daha fazla öfkelendiren başka hiçbir şey yoktur. Bu, elbette çok doğru bir saptamadır ama eksiktir. Şöyle ki; Bazı durumlarda okurlar gerçeği değil kafasında kurguladığı gerçeği duymak ister. Neredeyse savaş koşullarındaymış gibi cepheleşmiş, aşırı ölçüde kutuplaşmış ülkelerdeki kamuoyları, kendini hangi kutba yakın hissediyorsa, gerçeği değil yüreğini soğutan haberleri görmek istiyor, 'karşı tarafın işine gelen' haberleri görmek istemiyor!..’

Sonuç olarak meselenin özü budur, bilmem anlatabildim mi?.