FATURALAR HEM CEPLERİ HEM DE YÜREKLERİ YAKIYOR!.

Ülke gündemi hayat pahalılığı, geçim sıkıntısı işsizlik, yoksulluk ile yoğunlaşmış durumdadır. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, özellikle benzin, motorin, temel gıda ve tüketim maddelerine gelen zamlar da üretim, nakliye ve tedarik zincirine yansıdığından, iğneden ipliğe tüm ürünlerin fiyatını sürekli artırıyor. Dahası da var; Kış koşullarında milletin belini daha da büken, yüksek doğalgaz ve elektrik faturaları herkesi isyan ettiriyor. Devlet borçlu, yurttaş borçlu, özel sektör borçlu, ezcümle herkes borç batağında!..   

Gençlerin büyük bölümü, yurtdışına gitmenin yollarını arıyor, araştırıyor. Gençler geleceğini Türkiye’de yani ülkesinde değil, gurbette görüyor. Bu şartlarda, iktidarın ekonomiye ilişkin söz ve vaatleri de etkili, inandırıcı olmuyor. Çünkü o vaatler, emekçilerin cebine bir türlü yansımıyor. Hele bir de paralı yollara, köprülere ödenen yüksek geçiş ücretleri var ki halkın öfkesini daha da artırıyor. Bu yolların yapımında belli şirketlerle imzalanan özel, imtiyazlı anlaşmalar, döviz cinsinden, geçiş garantili ödemeler, tepkiyi kat be kat artırarak büyütüyor. Elbette Türkiye bu yoksulluğu kader olarak görmek zorunda değildir. Eğer ekonomisini, ulaşımını, tarımını, sanayisini, enerjisini, nüfusunu planlayabilirse bu sarmaldan kurtulması mümkün görünmektedir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk bakın ne diyor daha 1930 yılında, ulaşımın önemi konusunda: “Ekonominin gelişmesinde başlıca gerekli olan yollar, demiryolları, limanlar, kara ve deniz ulaştırma araçları, milli varlığın maddi ve siyasi kan damarlarıdır, refah ve kuvvet aracıdır.”  Türkiye’de özellikle son 35-40 yıllık süreçte devlet büyük ölçekli sanayi tesisi kurmuyor, kuramıyor. Tersine elde kalan son kamu iktisadi teşebbüsleri yani KİT’ler 1990’lı yıllardan itibaren birer birer özelleştirildi. Özel sektörün de gücü sınırlı kalmaktadır. Sermaye kesimi üretimden değil, paradan para kazanmayı yeğliyor. Karını azami kılmaya çalıştığından risk almıyor. Yatırım ve üretim maliyetlerine katlanmak istemiyor. Kalkınmada öncelikli yörelere yatırım yapmaktan, fabrika kurmaktan, istihdam yaratmaktan uzak duruyor. Türkiye’nin önde gelen özel şirketleri arasında kaynağını, yatırımını, üretimini, şirket merkezini yurtdışına taşıyanların sayısının arttığını yazıyor ve söylüyor gazeteler ile televizyonlar yani medya!..  

Oysa önceki dönemlerde yani 60’lı ve 70’li hatta 80’li yıllarda Türkiye planlama ve sanayileşme deneyiminde, kalkınmaya koşut yani paralel biçimde devlet, taşımaya ve ulaştırmaya öncelikli önem verirdi. Öncelikle yerli ve yerel kaynakları kullanırdı. Su gücüne yani baraj yapımına, maden kömürüne öncelik tanırdı. Bunlar, yerli olmaları yanında, maliyette tasarruf sağlarlar, bu yolla sanayiye kaynak aktarımında işlevsel hale gelirdi. Türkiye tarımda da çok ileri olmasa bile kendi kendini beslerdi, karnını doyururdu. Türkiye 1985 yılına kadar tarım ve hayvancılıkta dünya üzerinde kendi kendine yeten 7 ülkeden biri olmakla övünür, bu durumdan gurur duyardı. Günümüzde ise enerjide tablo karanlık, dışa bağımlı durumdayız. Keza tarımsal üretimde de pek farklı durumda değiliz. Ülkemizde yerli tohum üretimi neredeyse hiç kalmadı. Gübre, aşı, ilaçta da yabancılar iç piyasaya egemen durumdadır. Dünyada tohum pazarında beş büyük firmanın borusunun öttüğünü düşünürsek, Türkiye’nin ne kadar büyük bir açmazda olduğunu daha iyi anlarız. Tohum konusunda araştırma yapmanın yüksek maliyetlerine de özel sektörün kolay kolay katlanamayacağı apaçık ortadadır. Peki, tüm bu sorunların çözümü çıkış noktası nedir, diye soracak olursanız yanıtım hazırdır. Çünkü aklın yolu birdir; Kamuculuk, diye adlandırılan kamusal yatırımlara öncelik verilmesi, kamusal planlamanın ciddiyetle ve akılcı yöntemlerle gerçekleştirilmesi ve de tüm bunların yapılabilmesi için üretim ekonomisinin tekrardan tek önceliğimiz olmasıdır elbette…