İçinde yaşadığımız çağda, hızla akan hayatın içinde bir şeyleri kaybediyoruz. Zamanı, huzuru, içtenliği ama en çok da birbirimizi…

Giderek daha fazla kendi kabuğumuza çekiliyor, başkalarının ne hissettiğini umursamıyoruz ya da başkalarına karşı algımızı yitiriyoruz. Sanki herkes kendi hikâyesinin başrolü, diğerleri sadece figüran…

Oysa hepimiz birbirimizin hayatında görünmeyen roller üstleniyoruz; bir bakışla, bir sözle bile olsa hatta bazen de suskunlukla…

Duyarsızlık; öyle aniden gelen bir şey değil. Ufak ufak başlıyor. Önce tanımadıklarımızı görmezden geliyoruz, asansörde, kapıda ya da bir topluluğa girince merhabayı esirgiyoruz. Sonra komşularımızı, sonra arkadaşlarımızı…

En sonunda, belki de en korkuncu, sevdiklerimize karşı bile duyarsızlaşıyoruz. Çünkü hep meşgulüz, hep yorgunuz. Çünkü artık her şey ‘bana dokunmuyorsa sorun değil’ algısıyla ilerliyor. ‘Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!..’

Bir sokakta yaşlı biri düştüğünde dönüp bakmamak, bir çocuğun ağlamasını görmezden gelmek, arkadaşımızın sessizliğini fark etmemek, onun omuzlarındaki yükü hissedememek…

Bunlar artık sıradanlaştı. Kalabalıklar içinde herkes kendi sorunlarıyla meşgulken, bir başkasının yüküne omuz vermek artık lüks sayılıyor.

Bencillik sadece ‘kendini düşünmek’ değil artık…

Başkasının acısını küçümsemek, yok saymak hatta kimi zaman üstüne basarak yürümek halini aldı…

Bencillik modern dünyanın modası oldu. Kendini düşünmek, kendine yatırım yapmak, kendi sınırlarını çizmek…

Bunlar elbette önemli ama dozu kaçınca da duyarsızlığa dönüşüyor. Bazen birini dinlemek bile büyük bir iyilik haline geldi. Oysa ‘Nasılsın’ sorusunu gerçekten samimi bir şekilde sormak bile, insanı insana yaklaştıran bir köprüdür aslında…

Duyarsızlık bir savunma mekanizması da olabilir; fazla yüklenmekten, üzülmekten korktuğumuz için hissizleşiyoruz belki. Ama hissetmemek, yaşamamaktır. Başkasının acısını hissetmediğimizde, kendi insanlığımızdan eksiliyoruz aslında…

Oysa en basitinden bir tebessüm, bir omuz, bir telefon dahi çok şey değiştirir. Duyarlılık öyle büyük kahramanlıklar da istemez. Bazen bir çift gözün içine bakmak bile yeterlidir, ‘Ben buradayım ve seni görüyorum’ demek için.

İnsan olmanın en kıymetli hali değil midir, başkasının acısını yüreğinde hissedebilmek. Görmek, duymak, hissetmek, duyarlı kalabilmek…

Çünkü en çok ihtiyacımız olan şey bu. Sesini duyuramayanı duymak, göz ardı edileni görmek ve kimse sormamışken ‘gerçekten nasılsın’ diyebilmek…

Sonuç olarak; içinde yaşadığımız bu duyarsızlık çağında insan kalmak belki de en büyük sınavımız. Kalpler arasında mesafeler açıldıkça, birbirimizi hissetmek daha da kıymetli hale geliyor. Bu yüzden küçük bir tebessüm, samimi bir selam, içten bir söz bazen sandığımızdan çok daha büyük anlamlar taşıyor. Bencilliğin hüküm sürdüğü bir dünyada, duyarlı kalabilmek hem bir cesaret hem de bir iyilik eylemidir. Belki her şeyi değiştiremeyiz ama bir kalbe dokunmakla başlayabiliriz. Yeter ki birbirimizi görmezden gelmeyelim…