DİNİ SİYASETE KARIŞTIRMANIN SONUÇLARI

Ulusal Kurtuluş savaşımızın Başkomutanı, Cumhuriyetimizin kurucusu ve birinci
Cumhurbaşkanımız ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 1931 yılında katıldığı
Türk Tarih Kurultayında şöyle demektedir: “Finler, Macarlar da bizim gibi
Türk’tür, hatta Bulgarlar da bizim gibi Türk’tür. Ancak Finler, Macarlar ve
Bulgarlar da bizden ileridir. Aslında İslam diniyle Hıristiyan dini
karşılaştırılırsa, İslam dini en yeni bir dindir. Pekala o halde neden bu fark?
Çünkü bu memleketler dini hükümete, siyasete karıştırmıyorlar. Bunlar, kendi
kendilerine gelişiyorlar, bugünkü medeniyete bizden önce giriyorlar. Görüldü
ki, en ileri gelen İslam bilginleri bile bin yıldan beri dini siyasete karıştırmak
yüzünden, kendilerine bir çıkar sağlamış. Kafasını kesseniz bundan
vazgeçmez. Din, bir halk için bir inanç olarak kalsın ama hükümete
karışmasın. Hükümeti laik yapmaktan, yani dine karıştırmamaktan başka çare
yok. Halkın çıkarı da bu yöndedir; ancak sarıklı sınıfı, hoca sınıfı, çıkarları yok
olduğundan mutlaka bir tepkide bulunacaktır. Bu tepkiyi kırmaya mecburuz,
başka çare yoktur. Böyle olursa mutlaka memleket yükselebilir, hükümet
özgürce çalışabilir.”
Tarih Araştırmacısı Doçent Doktor Hüner Tuncer ‘in konuya ilişkin makalesinden
alıntıladığım bölümlerde Türkiye Cumhuriyeti’nin aydınlanma devriminin kökeni
hatta esası laikliğin tam anlamıyla uygulanmasıyla ilişkilendirilmiştir. Aslına
bakarsanız adına Kemalizm denilen ideolojinin esası devrimlerle kökleşmesi
amaçlanan çok kapsamlı büyük bir din yani inanç reformudur. Atatürk, ibadet
devrimine ezan ve namazı Türkçeleştirmekle başlamıştı. Gerçekte verdiği ilk
emir ezan ve namazın Türkçeleşmesiydi. Cumhuriyetin kuruluş döneminde bir
asırdan beri süregelen medeniyet mücadelesinin kesin zaferi, Medeni Kanun ve
laiklikle kazanılmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden Medeni Kanun’u
geçirmek ve anayasayı, ‘devletin dini İslamdır’ maddesini çıkararak, laiklik
ilkesine göre düzenlemek, devrim davamızın taç giyme törenidir. Batılılaşmak,
aynı zamanda, Araplaşmaktan kurtulmak, Türkleşmek demektir. Vicdan işi olan
din başka, topluluk ve dünya işlerini yedinci asır şartları içinde tutmak ve
dondurmak isteyen şeriat başkadır. Atatürk devrimlerine vurulmak istenen din
düşmanlığı damgası, medeniyet düşmanlarının iftirasından ibarettir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında da eski zaman ve eski düzen, âdetleriyle,
görenekleriyle, batıl inançlarıyla toplumun içinde yaşamaktaydı. Geniş ölçüde
bir eğitim seferberliğiyle halk yığınlarına ve halk çocuklarına yeni zaman ve yeni
düzen gerçeklerini benimsetmek gerekiyordu. Peki, Atatürk’ün ölümünden bu
yana geçen bir yüzyıla yakın süre içinde din öğesinin etkisinden uzak, akla ve

bilime dayalı bir ulusal eğitim programı ülke çapında yaygınlaştırılamamış, bu
boşluktan yararlanan dinci kesimler, ortaçağ zihniyetini çocuklarımıza ve
gençlerimize benimsetmek yolunda hiçbir çabadan vazgeçmemişler ve bunda
da büyük ölçüde başarılı olmuşlardır. Bunda 1950’den bu yana iktidara gelmiş
hükümetlerin dini eğitimi yaygınlaştırma çabasının da büyük rolü olmuştur..
Atatürk, din sömürüsüyle halkı aldatma yoluna başvuranların karşısına tek
başına dikilmek kararındaydı: “Adi ve alçak hilelerle hükümdarlık yapan
halifeler ve onlara dini alet yapmaya tenezzül eden sahte ve imansız âlimler,
tarihte daima rezil olmuşlar, rezil edilmişler ve daima cezalarını görmüşlerdir.
Artık bu milletin ne öyle hükümdarlar ne öyle âlimler görmeye tahammülü
yoktur. Eğer onlara karşı benim şahsımdan bir şey anlamak isterseniz, derim
ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların menfi yönde atacakları bir adım,
yalnız benim şahsi imanıma değil, yalnız benim gayeme değil, o adım benim
milletimin hayatıyla ilgili, o adım milletimin hayatına karşı bir kasıt, o adım
milletimin kalbine yöneltilmiş zehirli bir hançerdir. Şüphe yok ki, millet birçok
fedakârlık, birçok kan pahasına, en sonunda elde ettiği hayati ilkesine kimseyi
tecavüz ettirmeyecektir. Farzımuhal eğer bunu temin edecek kanunlar
olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, öyle menfi adım atanlar karşısında
herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine
öldürürüm.”  
İşte ancak Atatürk gibi büyük bir devlet adamı, bu yürekliliği göstererek Türk
ulusunu geriye götürmek isteyen ve çağdaş medeniyetin dışında bırakmayı
hedefleyen çağdışı kafalara karşı böylesine kesin ve akılcı bir tutum
takınabilirdi! Ancak ne yazık ki bizler, Atatürk’ten sonra böyle devlet adamlarına
sahip olamadık ve 21. yüzyılın ilk çeyreğinde hâlâ din yoluyla sömürülmek
suretiyle, çağdaş devletlerin çok çok gerisinde kaldık!.