Dünkü yazımda anımsayacaksınız 19 Temmuz 2016’da bu sütunlarda yayımlanan yazımı sizlere biraz özetleyip düzenleyerek tekrardan sunmuştum. Bugün ise 20 Temmuz 2016’da yine DOBRA DOBRA sütunlarında yayımlanan yazımı yeniden düzenlenmiş ve birazda özetlenmiş haliyle siz saygıdeğer okurlarımın beğenisine sunacağım. Mutlaka anımsayacaksınız, bu sütunlarda ara sıra da olsa, yani sıkça olmasa da ‘kıssadan hisse kapılacak’ çoğunluğu siyasi içerikli bazıları da ibretlik kısa öyküler ve fıkralara yer veriyorum. Bugün de aynı biçimde siyasi içerikli ve inceden siyasi mesajlar veren kısa öykü ve fıkralarla bir şeyler anlatmaya ve sizlerin keyifli bir hafta sonu geçirmenize katkı sağlamaya çalışacağım. Sizlere aktaracağım ilk öykümüz okurken sizleri gülümsetirken aynı zamanda gülümsetecek felsefi öğelerde içeren bir Nasreddin Hoca fıkrası; “Dağ yürümezse Abdal yürür, ağaç yürümezse Hoca yürür, ayağına gider!” Adını taşıyor.
Nasreddin Hoca’ya yapılan sataşmalar bir türlü tükenip bitmez. Akşehirliler bir gün Hoca’ ya sorarlar; “Hocam senin evliyalar katında ulu bir kişi olduğun söylenir aslı var mıdır?” Hoca’nın böyle bir iddiası, elbette yoktur, ama bir kere soruldu ya hemen muzipçe yanıt verir; “Siz öyle diyorsunuz ya. Herhalde öyledir!” Bunun üzerine, Nasreddin Hoca’nın çuvallayacağını düşünenler hemen şunu söylerler; “Böyle kişiler bazen mucizeler göstererek bu özelliklerini herkese kanıtlar. Hocam madem Evliya gibi Ulu bir kişi olduğunu kabullendin, o zaman göster bir mucizeni de görelim!” Nasreddin Hoca bunun üzerine; “Peki o zaman, şimdi size bir numara yapalım” der. Karşısında durmakta olan çınar ağacına dönüp: ”Ey ulu çınar çabuk yanıma gel!” diye seslenir. Elbette ne gelen ağaç olur ne de giden. Hoca bunun üzerine yürümeye başlar ağacın yanına varır. Nasreddin Hoca’nın kerametini, yani mucizesini gösteremediğini düşünen Akşehirliler; “Ne oldu Hoca ağacı getiremedin, kendin oraya gittin!” diye alaycı biçimde gülüşmeye başlayınca, Nasreddin Hoca; “Bizde kibir yoktur, dağ yürümezse Abdal yürür, ağaç yürümezse Hoca yürür, ayağına gider!” diye çok anlamlı bir karşılık verir. Siyaset adına siyasetçiler için üretilen sizlere anlatacağım ikinci fıkranın adı ise “Eşek Fıkrası!” |
Günün birinde milletvekilinin biri bir köyü gezerken, bağlı olduğu değirmeni döndüren bir eşek görmüş. Hemen yanındaki köylüye sormuş; “Bu eşeğin boynundaki zil ne işe yarıyor?”
Köylü şöyle yanıtlamış; “O zil sustuğunda eşeğin durduğunu anlıyorum. Müdahale edince tekrar hareket etmeye başlıyor.” Milletvekili “Akıllıca” demiş ve sormuş “Peki eşek olduğu yerde durup da başını sağa sola sallarsa nereden anlayacaksın, durduğunu?” Köylü hemen yanıtlamış; “Anlayamam, çünkü ne gezer efendim, sizin istediğiniz gibi akıllı eşek buralarda!”
Üçüncü fıkramızın ismiyse; “Bakan yüzme bilmiyor!” Bir ülkede bir bakan, kendini gazetecilere bir türlü hiç benimsetememiş ve dolayısıyla sevdirememiş. Ne yapsa makbule geçmiyor, basın her gün o bakana yönelik olumsuz haberler yapıyor, onunla uğraşıyormuş. Bakan’ın canına tak etmiş ve "Öyle bir şey yapayım ki, gazeteciler madara olsun, hepsinin ağzı açık kalsın" diye düşünürken aklına ilginç bir fikir gelmiş. “Bakan’ın bazı özel yetenekleri ve hünerleri vardır. Bunlardan birini sergileyecek bir gösteri yapacaktır!“ Şeklinde basına haber göndermiş ve açıklamasına şu notu bilhassa düşmüş; "önümüzdeki Pazar günü saat 10’da Sayın Bakan denizin üzerinde yürüyecektir!" O pazar sabahı tüm basın mensupları Bakan’ın açıklamasında belirtilen yerde toplanmışlar. Bakan gelmiş ve üzerinde bornozu, elinde bastonuyla denizin üzerinde yürümeye başlamış. Karşı kıyıya kadar da yürüyerek ilerleyen Bakan, daha sonra aynı güzergahtan yine yürüyerek geri gelmiş. Bu durum karşısında herkesin gözleri dehşetle açık kalmış. Ancak ertesi günü tüm gazetelerde şu başlık atılmış; "Bakan yüzme bilmiyor. O yüzden denizin üzerinden yürüyerek karşı kıyıya ulaşabildi!" Sıradaki fıkranın adı; “Padişah mı, Vezir mi, en büyük!” Günün birinde, çok eski zamanlarda, Padişah ile vezir tartışmaya başlamışlar. Padişah vezire, "En büyük ve en güçlü olan benim. Sen benim emrimdesin!" demiş. Vezir ise buna karşı çıkmış; "Hayır ben en büyüğüm. Ordunun başında ben savaşıyorum, sen sadece mühür basıyorsun, bizim yaptıklarımız onaylıyorsun!" diye itiraz etmiş. Tartışma çok uzayınca Padişah ile Vezir, bir çobanın yanına gitmişler ve konuya bir şekilde çözüm bulmak amacıyla Çoban’a sormuşlar; "Senin koyunun mu büyük, yoksa ineğin mi?" Çoban bu soruya çok şaşırmış. Soranlar da padişah ile vezir olduğu için ne diyeceğini bilememiş. Ürkekçe yanıt vermiş; "İneğim." demiş. Arkasından bir soru daha gelmiş Padişah ile Vezirden "Keçin mi büyük, yoksa öküzün mü?"
Çoban "Öküzüm tabii" deyince, asıl soruyu yöneltmişler Çoban’a; "Peki söyle bakalım, Padişahın mı büyük, yoksa vezirin mi?" şeklinde. Çoban bu kez hiç düşünmeden yanıt vermiş; "Vallahi ben o söylediğiniz hiç hayvanları görmedim ve onları maalesef tanımıyorum!”
Son bir fıkrayla bugünkü yazımı bitirelim, adı; “Suçüstü hali!” Osmanlı Meşrutiyet Meclisi’nde Bakan yani Nazırlardan biri konuşurken aşağıdan laf atan muhalefet mebuslarına çok kızmış ve şöyle seslenmiş; “Sizde çok acayip, hatta delicesine iktidar hırsı var!” Muhalefet mebusları Bakan’a bağırarak cevap vermişler; “O zaman siz de suçüstü halindesiniz, muhterem Nazır Efendi!”
Seviyesini, ciddiyetini, hoşgörüsünü belki de farkında olmadan kaybetmiş siyaset içindeki bazı siyasetçilerimizi birazcık da olsa gülümsetmek, aynı zamanda kıssadan hisse kapıp düşündürmek istedim. Umarım ibret alır, gereken dersleri çıkarırlar!..
Yorum yapın