BUGÜN 10 OCAK ÇALIŞAN GAZETECİLER GÜNÜ..

Bizim gibi keskin biçimde kutuplaşmış, geri dönülmez çizgilerle cepheleşmiş beyinsel ve endüstriyel olarak az gelişmiş toplumlarda, gerçekten gazetecilik yapmak, gazetecilik yaparken soylu tavırlar ortaya koymak epeyce zor, hatta olanaksızmış görünen  gayet vahim bir durumdur..

Yazımın girişine bakıp da 'yahu nereden çıktı şimdi bu gazetecilik üzerine ahkam kesmek!' demeyin biraz sabredin lütfen. Bugün 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü. O nedenle '10 Ocak'ın yüzü suyu hürmetine' bizim işe yani gazeteciliğe dair yazacaklarımı okuyuverin lütfen.. 

Yakın tarihin yazılı olduğu kitapların yapraklarına bir göz attığınızda BBC’nin 1982 yılında Falkland savaşında sergilediği tutum, soylu gazetecilik tavrına gayet belirgin biçimde örnek oluşturmaktadır. BBC, İngiltere ile Arjantin arasındaki savaşı ‘bizim askerlerimiz’ ile ‘onların askerleri’ arasındaki bir savaş olarak değil, ‘İngiliz askerleri’ ile ‘Arjantin askerleri’ arasındaki bir savaş olarak haberleştirmiştir. BBC’nin o tarihteki Genel Yayın Müdürü, savaşta evladını kaybetmiş İngiliz anneleriyle Arjantinli annelere eşit söz hakkı vermelerine gelen eleştirileri, “BBC'nin gözünde evladını kaybetmiş bir İngiliz anneyle, evladını kaybetmiş bir Arjantinli anne arasında hiçbir fark yoktur” diye savunmuş ve savuşturmuştu..

Bu durum sanmayın ki 1970’lerdeki Amerikan kamuoyu Vietnam Savaşı'nda, İngiliz kamuoyu da Falkland Savaşı'nda sadece gerçeğin peşinde koşan bir gazetecilikten yana tavır koyuyorlar ve bu tavrı benimsiyorlardı. Kesinlikle hayır, onlar da ağırlıklı olarak, tıpkı şimdi Türkiye'de olduğu gibi, varsın gerçeği yansıtmasın, tarafsız olmasın, sadece ‘yüreklerini soğutan’ bir gazetecilik yapılsın, istiyorlardı. Amerikalı gazeteciler Vietnam savaşında, İngiliz gazeteciler ise Falkland savaşında, bazen ‘vatan hainliği’ suçlamasını da içeren bu kamuoyu baskısına rağmen, sadece gerçeğe karşı sorumlu olduklarını söyleyen meslek etiklerine uygun bir biçimde davrandılar. Bu gazetecilik tavrına, kamuoyunun savaş cepheleri biçiminde kutuplaştığı ve kutupların ‘başlarım senin meslek etiğine, sen bana duymak ve okumak istediğim gibi haberler ver, yazılar yaz!’ dediği bizim gibi ülkelerde çok daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır, diye düşünüyorum. Hal böyleyken Türkiye’de gazetecilerin, gerçek gazeteciliğe ‘her zamankinden fazla ihtiyaç duyulduğu bu dönemde gazeteci gibi davrandıklarını söyleyebilir miyiz?’ sorusu yöneltildiğinde benim yanıtım bazı istisnai durumlar dışında ‘maalesef’ yani ‘ne yazık ki’ şeklinde olacaktır..

Yakın geçmişte bazı yazılarımda ifade ettiğim gibi bu durum elbette bazı gazetecilerin ‘okurlarımız öyle istiyor, onların isteklerini yerine getiriyoruz’ şeklindeki mazeretlerle ‘bahane limanına’ sığınmalarını kesinlikle gerektirmez, gerektiremez!.

 Çünkü ‘durum bu kadar vahimdir’ diyerek biz gazeteciler gerçeğin tüm aşamalarını doğruluk ve dürüstlükle yansıtmak sorumluluğundan asla kaçınamayız. Gerektiğinde kamuoyu akıntısına karşı da kürek çekmek zorundayız ve okurlarımız hoşlanmasa da böyle yapmak, davranmak zorundayız. Biz gazeteciler böyle yaparsak, inatla böyle davranırsak zamanla okurların da ‘yürek soğutan’ bir gazeteciliğin yerine ‘gerçeğin peşindeki’ bir gazeteciliğin hepimiz için daha iyi sonuçlar vereceğini anlamalarını umabilir, hatta bekleyebiliriz. Elbette ki bu deli gömleğinden sıyrılmamızda genelde kamuoyuna yani okurlara ve izleyicilere de önemli bir rol düşüyor. Ben kişisel olarak; yaşamsal önemdeki bir haberi kendi gazetesinde görmediğinde, ya da o haberin düpedüz manipüle edilmiş haliyle karşılaştığında, hakarete uğramış insanların ruh haliyle gazetesini protesto eden okurlar ortaya çıkmadıkça,  bizim yaptığımız, ya da yaptığımızı sandığımız gazetecilik anlayışında ciddi değişikliklerin meydana gelebileceğine kesinlikle inanmıyorum!.

Nasıl ki günümüz hukukunda ‘cezasızlığın’ egemen olduğu koşullarda suç tekrar ediliyorsa, aynı şey bizim mesleğimiz için de geçerlidir, kanısını taşıyorum. Her ihlal, onu yapan gazetenin, gazetecinin yanına kar kaldığı sürece o ihlalden kaçınmak için neden çaba gösterilsin ki?.

Okurların gayet duyarlı davranarak ‘cezalandırıcı’ ya da en azından ‘kınayıcı ve ayıplayıcı’ olarak devreye girmediği sürece mesleğimizin deontolojisinde yani ahlaki değer ve etik kurallarında anlamlı değişiklikleri asla gerçekleştiremeyeceğimizi düşünüyorum. Aşırı kutuplaşma ve cepheleşmenin gazeteciler arasında yol açtığı ahlaksal bozulmanın aşamalarından birini de, ‘kutup değiştirmelere karşı’ gösterilen veya gösterilmeyen tepkileri izleyerek anlayabiliriz. Böyle durumlarda, kutup yani taraf değiştiren kişinin bir önceki pozisyonunda yapıp ettikleri, söyledikleri, yazdıkları derhal unutuluyor. Değiştirilen tavrın samimiyetsizliğine inanılsa da, ‘hazır bizim tarafa geçmiş, eskileri kurcalamayalım şimdi’ duygusu ağır basıyor ve bu da kınanması, ayıplanması gereken bir hareketin, tam tersine, ödüllendirilmesi sonucunu doğuruyor. Toplumdaki kutuplaşma ve cepheleşme en çok bizlere yansıyor ve birçok şeyi olumsuz yönde etkiliyor. Maalesef basın ve medyada ahlaki bozulmaların önünü açıyor. Hal böyle olunca da gazetecisi de genel olarak kamuoyu da böylesi süreçlerde hiçte iyi bir sınav veremiyoruz, sınıfta kalıyoruz, maalesef!.

 Bugün 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü. O nedenle Balıkesir basınının genel anlamıyla medyasının 34 yılı aşkındır onurlu bir çalışanı olarak yukarıda okuduklarınızı yazma cüret ve cesaretini kendimde buldum. Baştan sona dikkatle yazdıklarımı okuduysanız teşekkür ediyorum, sağolun, varolun.

 Eğer lütfedip okumadıysanız, yazdıklarım umurunuzda değilse, o zaman da, canınız sağolsun!.

Sizler yazılarımı okuyasınız diye böyle bir günde patlıcan musakkanın tarifini yazacak değildim, herhalde!.