100.YILIN EŞİĞİNDE DİL DÜŞMANLIĞI

Osmanlı’nın kudretli hükümdarlarından Fatih Sultan Mehmet 1453’te çağın en ileri silahları ve strateji dehasıyla İstanbul’a fethederken Almanya ise Gutenberg’in dehasıyla keşfedilen ve geliştirilen matbaası ile ilk baskısına giriyordu. O dönemde çağın en önemli eşiğindeki Osmanlı, büyük askeri gücünü matbaa ile birleştirebilir miydi, belki ama olmadı işte..

Çünkü toprakta tarım devrimi neyse, o devirde beyinde zihinlerde devrim yaratacak matbaa idi. 15. yüzyıl biterken yani 1400’lü yıllar sona ererken Avrupa’da 1700 matbaa, 40 bin çeşit 20 milyon civarı basılı kitap vardı. Aynı devirde Osmanlı’da hat sanatçıları elle ancak yüzlerle ifade edilebilecek kitap yazabiliyordu.  Tam üç asır boyunca hatta daha fazla bir süreç Osmanlı’nın matbaayla hiç ilgisi olmadı. Tam üç asır sonra Fakir bir Macar köylüsünün çocuğu olarak Osmanlı’ya esir düşen İbrahim Müteferrika’nın çabaları sonucu Gutenberg’den 272 yıl sonra matbaayla tanışabildik. O devirde Saraydaki Osmanlıca ile halkın kullandığı Türkçe arasında da büyük bir kopukluk vardı. Matbaanın İstanbul’a gelişinden yani 1830 yılına kadar, yaklaşık yüz yıl boyunca İstanbul’da basılan kitap sayısı sadece 180 adettir. O dönemdeki çağı yakalamaya yönelik tüm hamleler hep yarım yamalak kalmıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün daha Kurtuluş Savaşı sürerken büyük bir kuruluş mücadelesi verdiği günlere dek sürmüştür bu durum..

 Birinci Dünya Savaşı sonunda ülkenin nüfusu 17 milyondan 13 milyona kadar düşmüş, Anadolu’da ise okuryazar oranı sağlıklı bir sayım olmadığı için tam bilinmiyordu. Ama erkeklerde yüzde 5-6’lar düzeyinde kadınlarda ise binde 2 buçuk 3’ler civarında olduğu genel kabul gören bir istatistiksel gerçektir. 29 Ekim 1923’de daha harf devrimi yapılmadan Cumhuriyet’in ilanıyla okuma-yazma seferberliği de ilan edildi. Ardından 1928’de bize özgü Türkçe sözcüklerimizi telaffuz etmeye yani kullanmaya okuyup yazmaya de uygun yeni bir alfabeye geçildi. Halkın dili devletin de dili Türkçe oldu. ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür’ diyen Atatürk’ün bu stratejisinden hareketle başta Dil ve Tarih-Coğrafya Fakülteleri olmak üzere bilim kaleleri inşa edilmiş, buralarda hem tarihimizin tüm dilleri hem de başlıca dünya dilleri eğitim, araştırma konusu yapılmıştır. Öğrendiğim kadarıyla bugün dünyada 6 bin kadar dil vardır. Bu dillerin 2 bin kadarı aktif biçimde konuşuluyormuş. Her yıl ise 20 kadar yerel dil kaybolup, unutuluyormuş. Türkçemiz bu büyük diller okyanusunda tüm kirlenmelere, erozyonlara karşın yaşamını sürdürmektedir. Türkiye Türkçesi, 20’yi aşkın Orta Asya Türkçelerine rehberlik etmektedir. Bu güce omuz vermek yerine tekme atmaya çalışan, horlamak, küçüksemek, Arapça, farsça karışımı uydurukça oluşturulan ve Osmanlı döneminde ‘saray dili’ olarak bilinen osmanlıcayı öncelemeye çabalamak, Yunus Emre’ye çarpar, Kaşgarlı Mahmut’a çarpar, Yusuf Has Hacib’e çarpar, Karacaoğlan’a çarpar, Dadaloğlu’na çarpar, Nazım Hikmet’e çarpar, Aşık Veysel’e çarpar, çarpar oğlu çarpar!..

Bugünün kendini gerçekten muktedir gördüğünü zanneden iktidar egemenleri iletişim dünyasına, Osmanlı içindeki dar kafalıların altı asır önce Gutenberg’in matbaasına baktığı gibi bakmaktadırlar kanısındayım. Dünya gelişen iletişimin gücüyle sanayi 6.0 üretimine hazırlanıyor, bizdekiler ise iktidar gücüyle iletişimden suç üretme yasalarını hazırlayıp, haber alma özgürlüklerini, bilgi alma, edinme hakkımızı yok etme gayreti içine giriyor. İçinden geçtiğimiz dönemeç, çatallaşan aydınlıkla karanlığın ortasında bir alacakaranlık kuşağı değil de nedir, sorarım sizlere..