Günümüzde bazı siyasal İslamcılar ‘milli irade’ kavramına bağlı olduklarını, milli iradeye sahip çıktıklarını söylüyor, daha doğrusu iddia ediyorlar. Dahası, laiklik hassasiyeti olan çevreleri ise çoğu zaman ‘milli irade karşıtı’ olarak tanımlıyorlar. Bu görüşte ciddi hatalar bulunmaktadır. Bu yazım, sözünü ettiğim bu ‘hatalı görüşün’ sağlıklı biçimde tartışılmasına yönelik bir yazıdır. Kimilerine göre karanlık bir dönem bir bakıma ‘Ortaçağ’ olarak adlandırılan dönemde, ‘milli irade’ veya ‘ulusal egemenlik’ gibi kavramlar yoktu, bilinmiyordu. Bu dönemde, bir bakıma ‘ilahi irade’ teorisinin egemenliği söz konusu olmuştur. Buna göre, krallar ya da padişahlar yönetme yetkisini ancak Tanrı’dan alıyorlardı. Kralların ya da padişahların iktidarı sınırsızdı. Dahası, onları eleştirmek bir bakıma ‘ilahi yani tanrısal iradeyi eleştirmek’ anlamına geliyordu. Egemenliğin yalnızca Tanrı’da olduğu, kralların ve padişahların yönetme yetkisini Tanrı’dan aldığı teokratik düzenler, kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle birlikte çatırdamaya başlıyordu. Burjuva demokratik devrimleriyle birlikte egemenliğin kaynağı gökten yere iniyor; feodal, teokratik ve monarşiye dayalı düzenlerin yerini laik ve demokratik düzenler alıyordu zaman içinde. Yani bir anlamda ‘milli iradenin’ ulusal egemenliği ortaya çıkıyordu. Kısaca yani özetle anlatmak gerekirse; ‘milli irade’ veya ‘ulusal egemenlik’ gibi kavramlar ‘Tanrısal egemenliğe’ karşı öne sürülmüştür. Günümüzde ulusal iradeden, yani ulusal egemenlikten yana olmak aynı zamanda laiklikten de yana olmak anlamına gelmektedir. Burada aklınıza şöyle bir soru gelebilir; ‘Türkiye’de durum nedir?’ Diye…

Bilindiği gibi Türkiye, yaklaşık iki yüz yıldır Aydınlanma ve modernleşme mücadelesi vermektedir. Bu mücadele aynı zamanda milli iradeden yana olanlarla mili irade karşıtları arasındadır. Yani padişahın yetkilerini sınırlamak için mücadele edenler, meclisi ve anayasayı savunanlar, bir anlamda ‘meşrutiyet’ taraftarları ‘milli irade’ cephesindeydi o zamanlar. Buna karşın, anayasayı rafa kaldıranlar, meclisi kapatanlar ‘milli irade karşıtı’ bir çizgideydi Osmanlı’nın son dönemlerinde. Siyasal İslamcıların bu tür bir saflaşmada nerede durduğu ise çok açıktır; onlar her daim milli irade karşıtlarının, meclisi kapatanların, anayasayı rafa kaldıranların yanındaydılar o zamanlar da şimdi de…

Ulusal egemenlik, yani ‘Milli irade’ yolunda en radikal adımların ise 1923’de Cumhuriyet’in kurulması sonrasında başlatılan Kemalist devrimlerle atıldığını söylemek mümkündür. Batı’daki demokratik devrimlerden ilham alan Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulan Cumhuriyet ile birlikte, egemenlik gökten yere indirilmiş oluyor, millet/ümmet aşamasından ulus aşamasına geçiliyor ve ‘milli irade’ ya da bir başka deyişle ‘ulusal egemenlik’ anlayışı tam anlamıyla egemen oluyordu. Siyasal İslamcıların bu devrimlere bakışını anlatmaya gerek var mı? Onlar milli iradeyi egemen kılan cumhuriyetçilerin değil, hilafetçilerin, saltanatçıların, şeyhlerin yani ‘milli irade’ karşıtlarının yanında olmuşlardır her devirde, hem dönemde…

Sonuç olarak, şunu açıkça ifade edebiliriz; Ulusal egemenlik yani ‘milli irade’ kavramına bağlı olduklarını iddia eden siyasal İslamcıların ciddi bir çelişki içinde olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü milli iradeden yana olmak için en başta laiklikten yana olmanız gerekmektedir. Bazı siyasal İslamcılar ise bir taraftan belki de hiç utanmadan ve sıkılmadan her zaman her koşulda ‘milli irade’ vurgusu yaparken diğer taraftan da toplumsal yaşamın din kurallarına göre düzenlenmesini açıkça isteyebilmektedir. Bu ikisinin kesinlik bir arada olmayacağını, olamayacağını bilememenin cehaleti içinde belki de..